5 Nisan 2025 Cumartesi

Gürültü İnsanları II

  Dünyanız mide bulandırıcı. Her iliğimin bir midesi sanki ve hepsi aynı anda yıllarca bulanmaktan, her hücrem öfkeleniyor, ağlıyor ve aynı anda hastalanıyorlar gibi. Ben bunu gören ve rahatsız olan büyük ağabeyim, yani beyin. Dizayn eden, isteyen ve tasarlayan. Gerçekçiyim, söz veriyorum cinlerden daha inandırıcıyım.

 Aslında hepimizde olan bir ışığın gitgide kısılışını, sesinin kesilişini ve kaslarının güçsüzlükle sızlamasını izler, hisseder gibi, yakınından geçen bir nehrin güzel topraklara yuvarlanışını. Oysa önemsizdir, gören gözler gibi, artık görmeyen ve görmesinin lüzumsuzluğunu kabullenmiş. Ne bir at gözlüğü ne de bir geçici saç törpüsü perdesi, en kötüsü mühürlü bir kalbin kendisini ve vücudun kalanını çürütüşünü izlemek. Kemiklerine kadar eriyerek veyahut kemikleri görünmeyene dek şişerek. Pek çok kafatası mezarlarda ve pek çok yağ tulumbası, yeryüzünde.

 Kimi için yaşlanmanın kişi ve sevdikleri için mırıldandığı bir arabesk melodi, kimi için bir özgürlük telaşı oysa hayat neyse odur ve düşünülen, hissedilen her şey anne sütü kadar doğal, onun kadar hak, onun kadar yeterli ve onun kadar yetersiz. Tam da o kadar göreceli, tam da o kadar kişisine, kişiye göre. Her meme bir değildir lakin tüm memeler güzeldir.

  İzin vermek iyidir, ne olursa. Yaşam bırak aksın, o dönütler lazım, bu noktada o dönüt konuşmak yoluyla. Alınmadan duymayı bilmeli, ne derse desin. Anlamak için açık olmayı bilmeli, her ifade bir alt sebebe dayanır. Kızgınlar üzgün, üzgünler kızgındır. Öte yandan monarşiden demokrasiye, al bu ürün bu da fiyatı demektense müşteri hizmetlerine, monologtansa diyalogun tercih edilmesinde bir sebep var, devrin değiştiğini unutmamalı. Bunların sebepleri var, fayda böyle elde edildi, insanda fayda ve faydasızlık hesabı kritik sonuç doğurmuyorsa değişim olmaz. Sadece sahiden önemli ve ilerici fikirler hayatta, uygulamada kalır. Senteze varana dek önce tezler çarpışır, kanlı ve acımasızca. Geliştirebildiğin yanıtlar tatmin etmiyorsa, direnmek faydasız, dönüşeceksin, milyonlarca yıllık canlılar tarihinin doğurduğu binlerce yıllık insanlık tarihi neyin çalışıp neyin çalışmadığını ömürleriyle ölçtü, biçti ve tespit etti çoktan. Sessizlik bize göre değil, yer gök inledikçe dinleyeceğiz, tamam? Söz veriyorum gece tesellisi dualarından ve hayalet masallarından daha gerçeğim, beni kucakla.

 Tepesinden tabanına kadar yüzyıllarca ezilmiş bir omurganın ne zaman ve nerede özgürlüğü övebilmesi beklenir? Nasıl yapacak, hangi nedenden onu arzulayacak? Savaşlarını yiğitçe dövüşebilmek bir hünerdir, tanrım, pek çok hünersizlik ve pek çok sakatlık ruhlarda. Hiçbir gerçek ruh hastası hastanelere gitmiyor. Rezilliğinizde, kendi küçüklüğünüzün içinde ıstırabınız sonsuz ve bu beni senelerdir geceleri rahat uyutuyor. Seni de uyutsun, için rahat, benimki gibi.

 Bir veya birkaç kişi, varolması diğer varolanlarca kısıtlanması hürriyet midir hala? Güçlü gücünü zorbalıktan almadıkça güçlü veya aldıkça mı sahiden güçlüdür? Hakedilmiş olanla, kandırmacalarla haketti imajı çizen ve başkalarının hür iradesini sömüren bir midir? Tüm bu kelimeler, kavramlar neyin nesi, sahiden fark ediyor mu veya tüm bir kalabalık kendi tabiatını teğet geçmeyi bu kadar ısrarla başarabilir mi?

 Dil bir sebepten yapılmış olsa gerek, kelimeler türediyse insanın dünyasında bir düşüncenin, bir duygunun karşılığı olmalı, peki biz onu ciddiye alıyor muyuz? Yılan bize dokunmadıkça ne farkeder mi, dokunsa da duyuyor muyuz?

 Hangi an geldiğinde virgüller, noktalar önem kazanıyor ve ne zaman o ağlayan kalbin huşusunu iki çift göz tüm vücudunda hissettiği bir yakınlık, anlayış duygusuyla uzun zamandır içinde tuttuğu çatışmanın geriliminin rahatlamasını uyumla, anlayışla karşılayıp aktarıyor?

 Çok fazla mı soru? Biraz belirlilik istenen, pekala, bu dünya ve önceki tüm dünyalar; yüzyılları, yılları, sosyolojileri, yaşayanları ve yaşıyor görünenleriyle bir yanılsamadır. Görmek dahi beyindedir ve insan psikolojisinin bu muazzam boyutta tiyatrosu her zaman rolleri, sahneleri belirli, kolay öngörülebilir halde seyir etmiştir. Anlık gelişmeyen yanıtlarımıza hesaplılık diyor doğal kabul etmiyorsak, bir kurgu evreninde yaşıyoruz demektir. Bilinen tanımıyla beşeri dünya, sahteliktir. Kimi kurgularımız doğallığımızı korumak ve yüceltmek içinse de. Tıpkı Gürültü İnsanları II gibi. Her şey gibi, bu da tartışmaya açık.

 Öngören beyinlerin, önleyebileceği her şeyi gözardı etmesi ve kendisini avama maruz bırakmak yoluyla değersizleştirmesi büyük bir trajikomedyadır. Ne yazık ki istisna, tartışmaya bile kapalı.

 Bir toplum için, İmamoğlu bir oluş, kaçınılmaz bir kırılma noktasıdır. Yükselen ve tüm varlığı kendine çeker görünen bir mıknatısı parmaklıklar ardına koymak, özgür kuşun özgürlüğünden kısar mı? Onu kapattık da, ismini küçültebildik mi, yoksa büyüttük mü. Soru işareti yok, sevin.

 Peki bunda tek bir suçlu mu var. Yine soru işareti yok, mutlusun, rahat.

 Sözde aydın, aydınlık ve akıllı tarafta olanlar zulmü direkt uygulayan değilsiniz diye masum mu sanıldınız? Daha kötüsü, masum mu sandınız kendinizi?

 Bir memeli beyni olan insan beyninin bir o kadar sürüngen beyni de vardır.   Demek sizler melek ve zıtlaşan her şey şeytan, öyle mi?

 Kulağa sinsice bir yaşamsal strateji gibi geliyor lakin gece seni ne rahat uyutuyorsa, değil mi?

 Kulağa sıradan geliyor tıpkı karşısında olduğunuzu idda ettiğiniz her şeyle bir olmanız gibi.

 Asla sorumluluk almayan, kendi günahını küçümseyen ve hatta bu günahlarında sırf bir şeye, bir canlıya hatta bir cansıza, bir insana varlığının etki edebildiğini görebildiği için gizli bir kıvanç, gurur duyan ve eline imkan geçse çok daha büyük kötülükler yapabilecek solucan insan psikolojisi gibi. Hepiniz gibi, hepimiz gibi, ha. En yiğidimiz bile hata yapar, tamam, lakin her buzağı yiğit değildir ve buzağılık yaşla, başla, koltukla da ölçülmez. Her kedi aynaya baktığında aslan görür de gerçeği sadece hayatın kendisi söyler, verdikleriyle.

 Asla kendi payını büyütmeyi, uğraşını genişletmeyi düşünmeyen, gözardı eden, kendi gücü yalnızca çevresindekilere yeten bir avuç budala gibi. Oysa sizler kendi benliklerinizi keşfetmeye, birbirinize nüfuz etmeye çalışırken yeni doğanlar şaşkınlıkla sizi izlemeye devam ediyor, farkında olmaksızın bencilce kendi sakat ruhlarınız etrafında dönerken onlar büyüyor ve kendilerine bakıyorlar. Sizsizlikten yalnızlar lakin önemsemiyorlar, bir avuç bile olmayan zavallının külüne yalnız komşusu muhtaçtır. Zihnini asla varolmamış ve olamayacak saçmalıklar, zıvanalarla ve yalnızca ama yalnızca başkalarının onlara izah ettiği bir bilgi edinme sistemini dünyası yapmış, asla kendi olamadan kişisel hayatının kırılma noktalarını geçmiş ve kaçırmış, hissiz, öyle olmak zorunda olan, zira kabullenceği şeyler ruhunu patlama noktasına gelecek kadar acıtacak olan lakin onu asla göze alamayan, aslında yaşamayan, bir canlının taşıdığı hiçbir esas canlılık, bilinç hareketlerini gösteremeyen, öylesine sanki kendisi etkisiz gibi dünyanın ona dikte ettikleri arasında, karanlık bir mağarada su basmış, kayaların arasında önünü görmeden çıkışı bulmaya çalışır gibi ömürleri geçen yığınlar. Hayat zor olmasa gerek o kadar, 70 yaşında çözüyorsan, taşlar o zaman aralanıyor veya sizin deyiminizle taşlar yerine oturuyorsa kulağa IQ meselesi ve sıradanlık gibi geliyor.

 Hayat basit diyebilirsen, basittir. Acıyı sevmezsen canın yanar.

 Kim onlar gibi yaşlanmak ister ki? Kendini keşfetmeden, doğduğu ahırı bir küçük kasabaya yükseltmiş, çoğunlukla da hayat standardı olarak yerinde saymış, vücudu deforme, aklı eksiltilmiş zavallılar olarak? Daha önce dediğim gibi onlar fazla yer, fazla içer, fazla uyur, fazla sevişir ve çok fazla isterler. Üretmez, çamurda kendi pisliğiyle yuvarlanıp duran minik domuzcuklar gibi sahiplerince beslenmeyi beklerler. Buna hayat, yetişkinlik derler ve bilmedikleri, tespit dahi edemedikleri sahiplerinin onlara işaret ettiği sembollerle birbirlerine gösteriş, güç gösterisi, üstünlük yarışına girerler. Oysa senin imanın sana ve herkesin kendi allah'ı var. Küçük harfle, genel isim olduğu için.

 Biz İmamoğlu'nu nasıl tutukladık?

 Hepimiz nasıl katkıda bulunduk buna? Biz ne noktada özgürlüğü, başkasına izin verebilmeyi, yalnızca negatif olanı dışlamayı, kısıtlamayı unuttuk? Hitler engellenmeliydi, evet, hadi ama, gelişinden belliydi. Yapamadılar. Ders aldılar ama. Lakin acaba bu coğrafya hiç mi özgürlüğü bilmedi?

 Ortadoğu denen bu yer niçin kimine göre çöplük ve kimine göre öyle büyük anlamları olmayan, nötr, "yaşıyoruz işte" bir şey?

 Arabeskle senelerce yüreğindeki özgüvensizlik telini tıngırdatan bu toprakların niye İmamoğlu'nu tutukladığını anlamak zor olmasa gerek. Peki ama kendimiz ne kadar ayrıştık bundan?

 Önemli olan bu değil ki, biraz daha ye, unutarak eğlen ve tadını çıkar, bir kere doğuyorsun ya! Ve vakit yok ya her şeye, neticede insan noksan olmaya da alışır, her yönünü, her duygusunu tatmin etmese de olur ya! Eğ başını, al maaşını, ekmeğimizden olmayalım.

 Ne zaman ekmeğimiz azalır, yemi biten hayvanlar gibi bağırır, şehre inen kurtlar gibi sokaklara doluşuruz. Öyle bilincini kullanan besleyen ve halk olarak varlık gösterebileceğine, göstermesi gerektiğine inananlardan, ben varım diyen ve bunu gösterenlerden bahsetmiyorum. Açlıktan ölme sınırına gelip, zayıf kemikleriyle, kısık sesiyle ses çıkarmaya çalışanlardan bahsediyorum. Unutma, çilecilik övüldü bu topraklarda. Kendine eziyet etmek, kendi haklarını tanımamak bir nefsi terbiye, ruhu olgunlaştırma olarak sunuldu. Olay keşke kendine eziyet ve kendini azaltmak değil de, kendini arttırmak olarak ele alınsaydı. Zengin bir ruh zaten fazla yemez. Tatmin bir kimlik, göbeksiz; güçlü bir beden eksiksizdir.

 Onlar kendilerini ve söylemlerini, ilişkilerini önemsizleştirmiş olanlardır. Kemiklerini, etlerini, düşünce ve duygularını hiçe sayanlardır. Onlardan öğrenmeyecek, laf dinlemeyeceğiz herhalde.

 Lakin buna niye takıldık ki, biliyorsun bizim doğumumuzdan önce yaşanan, üretilen, insan dahil, çoğu şey değersiz ve henüz mağarasında ilk defa ateş yakan dilsiz maymunların seviyesinde hemen hemen. Köleliği kaldırdığımızdan henüz 160 yıl geçti ve kadınlara seçme hakkı verileli yüz sene olmadı. Osmanlı'da kadınları nüfustan saymazlardı bile. Bu yoksaymanın cehaletine şaşıyor musun? Tüm dünya. Oysa zeka var eder ve zeka olmaksızın hiçbirimiz yokuz. Gerçek güç, kapsayıcı, herkesi ve her şeyi var edicidir.

 Bu maymunlukları incelemeye kalkarsak yapıcı uygulayıcılar baş sorumlu, muhakkak lakin müdahele etmeyenler de pek bir koyun değil mi? Şöyle ya da böyle tarih hep sivrilen, bir otoriteye hükmedenleri yazıyor lakin ben köşedeki o sessiz budalaları da görüyorum. Sahnede en parlak ışıkların altındakilere bir canavar dahi olsa sadece alkışım var. Lakin siz aşağılanmayı, görünmez olmayı hakediyorsunuz. Üstelik bir hakaret değil, zira bu sizin tercihiniz! Zira bana göre terzi kendi söküğünü dikebilmeli terziyse, değilse öğrenmeli ve seks işçisi kendisine seks işçisi dendiğinde gurur duymalı.

 Öyleyse tüm dünya ve tüm dünyalar sorumlu her şeyden, her zaman.

 Özgüvensizliğimizi attığımızda işte görmüyor muyuz, uzanıp buluşan eller nasıl bir direnç ve değişim rüzgarı yaratıyor. 

 Belli ki her birimizin davranışı birbirimizi domino taşları gibi etkiliyor ve kelebek etkisine dönüşüyor, aslında ne kadar bizden alakasız ve tepkisiz kabul etmişiz evreni lakin yaşadığımız dünyayı beraber yaratıyoruz demek. O halde niçin öncelikle kendimize, ne eklediğimize bir göz gezdirmeyelim?

 Kişi yalnızca kendi ekleyebilir. O halde en basitinden biz kimiz ne yapıyoruz da dünya hala böyle kalmaya devam ediyor? Bizi böyle gariban kılan, zayıf tutan, bilincimizi gölgeleyen nedir? Niçin kendimize inanmıyor, iç değersizliğimizi onaylayan şeylere yöneliyor ve orada rahat ediyoruz? Bu rahatlık anlaşılabilir, kendine verdiğin değerin bir ölçütü var ve bu dışarıdan gelen değer duygusuyla dengelendiğinde tanındığını, bilindiğini hissediyorsun, da, zayıflığı normalleştirmek niye?

 Hadi tamam, yüzyıllarca taptın padişahlara, sen köylüydün, torunların da işte köylü kaldılar kafa olarak. Her acı daha da büyüdü ve hayatı acıyla özdeşleştirdin. Başka kültürlerde acısızlık, hayatı basitleştirme, kedersizlik, neşe övülürken "Ah yalan dünya." öyle mi? Senin bugünkü varlığının yarını biçimlendirdiğini ne ara unuttun? Kendinin her an, her saniye evreni yeniden yazdığını bilmiyor musun? Buna böyle devam etmek zorunda mısın? Gününü dününden ayıramamak şüphesiz ki çocukların dahi beceremediği bir beceriksizliktir lakin öyle ya, büyümek en iri sakatlıklardan biri, hadi biraz çocuk olsana, sanki ne zaman tam anlamıyla büyüdüğünü hissettin? İçinden gelen doğru ya da yanlış bile değil, ödevindir, hepsini yapmaya her an gücün var, ölene dek.

 Geleceği yazmak eldeki her şeyin yeniden yorumlanması, kiminin elenmesi ve kiminin gelişerek devam etmesiyle, büyük ölçüdeyse yeniden yazılmasıyla olur. Dün bugüne getirir, bugün yarına lakin hafıza öğrenilmiş çaresizliğin koşulu değildir. Dün tamam dediğin hiçbir şey prangan değil lakin bu an hissettiğin tüm dikenler yarınının şeklini belirleyecektir. Rahatın kaçtığında, onu yaratmak istersin, elinde ne varsa, en iyisiyle. O halde batsın, acıyı sev ki acıtmasın.

 Reddet bu toprağın verdiklerini, o artık senin. O, şüphesiz, senin devam ettirmen gereken değil, yeniden yazman ve kendi renklerini katman gerekendir. Peki, sen kendi renklerinden ne kadar haberdarsın?

 Kendin için gerçek bir mücadeleyi hiç verdin mi yoksa işaret edilenleri göğsünde kabul etmeye çalışıp, aynı anda hem kol askısı hemde imkansızlara sunulan ekmek gibi askıda bir kalple onyıllarını, tüm çalışmalarını, tüm yaşlarını, tüm duygularını, tüm ilişkilerini mi yaşadın? Belirli bir yaş şart değil, daha küçük olanlar, sizler için de eksik, sakat bir hayat senaryosunu yaşamış kabul ederek hayal etmek faydalı, dikenler batsın diye. 

 Bilinç ne noktada gölgelenir duygusallığı körüklemekle değilse? Onu sakatlıklara maruz bırakmak normalleştirene değin. Böylece işte elde ettin, tebrikler, yığınlarca mutsuz, güvensiz ve ne dersen yapacak maymun.

 Dinledikleri sözleriyle de müziğiyle de acıyı öven ve söyleyen; izledikleri kalp kırıklıklarını, güvensizlikleri, aldatmayı, içten pazarlıklı olmayı izlettiren; bilgi edindikleri hayalleri, masalları, fantezileri gerçek gibi bahseden ve insanlık literatüründeki saygı değer TEK BİR kişi veya fikirden örnek ortaya koymayan nesiller, kalabalıklar. Koyamayan demeli ya da, onlar da bilmiyorlar ki! Bilseler kendilerine bu zayıf öğretileri kimlik edinmezler.

 Ah her yaştan oğullar ve kızlar, büyük bir aldatmacada paçavraya dönmüşsünüz.

 Tanrılarınız ve pek farksız babalarınız, anneleriniz tarafından terkedilmişsiniz ve şüphesiz hayatınız onların bir haklılığını arayarak geçti. Ben kalplere şifa getirenim. Hepsi haksızdı. Zira eskiydiler. Eski olan, zaman yüzünden eski değil, işe yaramaz olduğundan. Unutuyorsun, Atatürk bile bu raddede kitle iletişim araçlarıyla büyümedi. Unutuyorsun bugün yarını, dünün hiç olmadığı, olamayacağı kadar iyi yapabilecek olan sensin.

 Bir ebeveyn, öyle otları çitleyen bir inek gibi başı eğik potansiyel sorunlara, çatışmalara susmaz. Bir ebeveyn kişisel hıncını çocuklarından almaz. Öyleyse susmayın, almayın, niçin ebeveyn? Hepiniz, sizler gelecek denen çocuğun ailesisiniz ve ne de büyük bir ailesiniz öyle! İçimizi sımsıcak eden gülümsemelerimiz ve birbirimize en ağır sataşmalarımızla, farklılıklar ve benzerlikler, doğrular ve yanlışlarımızla nasıl da aileyiz!

 Bir ebeveyn sorunu asla başkasında bulmaz. Bir ebeveyn kendi etkisizliğini düşünür.

 Kendiniz ne kadar bilincindesiniz? Kendi günahlarınızı kabul ediyor, kendinize yalan söylemeden, gerçekçi bir gücü yaratmak üzere kendinize sözler veriyor musunuz yoksa bestelerden bir yalanı tutturmaya çalışmak mı keyifli geliyor hala? Yediği yere kadar yesin sonrası zaten mezarlık diyen zavallı sürüngenlerden misiniz?

 Bir ebeveyn o çocuğu doğumundan itibaren an kaçırmaksızın, konuşmadığı halde anlayabilmeli, hatta tersini söylese dahi bilebilmeli ki şüphesiz o onun kanıdır ve kim kendi kanını okuyamayacak bir aptallıkla lanetlenmiş olabilir? Onu yönlendirebilmeli, kendi için hiçbir şey istememeli ondan, ki, kendini tereddütsüzce, olağanca cömertliğiyle üretimine adayan benlikler muhakkak ödüllendirilir. Kim ki hani benim ödülüm diye dolaşır, yakınır veya kendini esirger, o kaçınılır, yakılır ve esirgenir.

 Bir ebeveyen çocuğuyla tartışmaz, kabullenir ve oradan inşaa eder, sorunları çözer. Bilir ki kendi başlattığı bu gelecek yazım, ne verirse ona onu geri püskürtecektir. Formüle alev koyan, kendi yandığında "ah benim başım, beni nasıl da yaktılar!" diyemez. Bunu diyebilmek şüphesiz hastalıklı bir kafayı gösterir.

 Şimdi geleceğinize emin bakıyor musunuz?

 Şimdi üstleniyor musunuz, ezberde görmezden gelerek yaşadığınız her anın nasıl istenmeyen tüm sonuçlara imkan yarattığını?

 Şimdi görüyor musunuz, tiyatroda seyircinin de aktif bir rolü olduğunu ve isterse oyunu durdurabileceğini?

 Oyuna gitmeyi bırakarak oyunu durdurabileceğini veya beğenilerini ortaya koyarak yeni bir oyun yazdırabileceğini?

 Hatta kendisi sahneye atlayabileceğini!

 Ah hayır, en iyisi başkalarına güvenmek. Tüm besteler ve bilgilerde, kendin doğrusunu yapmak ve direkt kaynağından öğrenmek varken.

 Gürültü insanları, yalnızca bir arkaplan uğultusu.

 Gürültü insanları bir serap, varken yok olanlar.

 Gürültü insanları dünyayı cehennem olarak yaşamakta inatlı olanlar ve cenneti yaşamak isteyenleri kötülemek zorunda olanlar. "Ben yapamıyorum, o da yapamasın!" Lakin herkesin kasları bir değil. 

 Gürültü insanları kendini görmemek ve hakkı olanı almamak için fazla yiyen, fazla içen, fazla sevişen ve fazla uyuyanlar.

 Sahtekarlar ve onlardan bir kurtuluş yok.

 Depresyon gerçek değil ve yazılan hiçbir kitap rezilliği kabul ettiremez. Yazanı dahi ikna etmeyen gerçekler, kendini affettiremez. İşte kitlesel veya şahsi propagandanın fişini çektim!

 Nihayetinde hepsi kendini kabullenmek isteyen lakin kendi için hiçbir şey yapmayan bir toplumun çığlığı. Ne bir erkek ne bir kadın olarak asla saygı duyulamaz. Zira saygı doğuran bir davranış değildir.

 Gürültü insanları bir boşluğu dolduran figüranlardır, başka da değerleri yoktur.

 Şahsi aptallıkları için insanları suçlamak, suçlayanın aptallığıdır.

 İlham gürültüden rahatsızlık duymamakla, ona dikenler batırmakta gizlidir.

 Gürültü insanlarını hiçbir tanrı değil, kendisi yalnız bırakmıştır. Hiçbir duasına karşılık bulamaması o yüzden. İlla ellerini göğe kaldırması gerekmez, istekleri hep yanıtsızdır.

 Duyulmaya değer güzel ve doğru bir ses haline gelene değin, tüm bu kirli, çürük taşlar birbirini çürütmeye ve güneşin altında hakedildiği gibi güzel, ferah yaşamaya engel olacaktır.

 Sen kendini hakediyorsun, fazla ye, fazla iç, fazla seviş, fazla uyu ve unut.

 Şüphesiz ben bir fikir bile değilim.