22 Aralık 2025 Pazartesi

davut'un t-aşı

-Kurgusaldır-
-Belki değildir-
Zaten zaman hangi gerçeği seçtiğini göstermez mi.
Hayır, soru işareti değil.

*gıcırdayan buzdolabı sesi odayı doldurur*

 "Bugün mecliste yaşanan parti içi çekişmenin ardından tasfiye edilen CHP yönetiminin yerine gelen vekillere de kayyum atandı. Devlet Bahçeli yaşanan gelişmeleri üzülerek takip ettiğini belirtirken, mevcut koşullarda partinin istikrarsızlığının kapatılma seçeneğini gündeme getirebileceğinin sinyalini verdi, keşke Atatürk'ün partisini günümüzdeki lekeli portresiyle hiç görmeseydik diyen Bahçeli Abdullah Öcalan'la birlikte Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ı ülkenin tek tartışmasız lideri olarak gördüklerini ve kolkola arkasında durmaktan gurur duyduklarını belirten bir ortak basın bildirisi yayımladı. Abdullah Öcalan meclisteki Demirtaş taraftarlarının siyaset yapma hakkı olduğunu fakat Kürt hareketinin uzun yıllara dayanan stratejisini ve kuruluş amacını unutmamaları gerektiğini, kurucu lidere ise daha saygılı olmalarının yakışık alacağını belirtti.
 Beklenen haber geldi. Son Sağlık Bakanlığı Raporuna göre yemekhaneler temiz çıktı. Şeften hücreye değin servis edilen tüm öğünlerin birbirini takip etmekle görevlendirilmiş özel bir ekiple denetlendiği devlet prosedürünün eksiksiz işlediğinin tespit edildiği belirtildi. Şimdiyse otopsisi süren Ekrem İmamoğlu'nun hücresine giren bir fareden enfeksiyon kapmış olma ihtimali konuşuluyor. Özgür Özel, Silivri'den verdiği mesajda partisine güçlü durma çağrısı yaptı. İmamoğlu'nun gerçek ölüm sebebinin asla ortaya çıkmayacağını söyleyen Özel, işte bu kadar alçaklar ve hep yaptıklarını yapıyorlar dedi. Kendisinin içeride fakat kalbinin dışarıda milletiyle olduğunu belirtirken, kayyum haberlerini üzülerek takip ettiğini söyledi."

*televizyonu kapatır*
"Gündemde hiçbir zaman güzel haber yok ki!"

işte sevimsiz bir dünya boyamak böyle kolay, hırbo nasıl da tepki verdi geçti değil mi, alışmış.

 
bu, en uzun geceydi, değil mi?
güyandın
zihin sarayıma hoşgeldiniz


https://shorturl.at/72j5Y
(başlatan çocuğun portresi)

 Aklımda farklı konseptler oldu olağan akışında iki hafta kafada yazma süresi ardına doğaçlama girişirken bu geriye dönük kapanış konuşması niteliği taşıyor, süslemek istedim. Mesela küçük harfler ve uyulmayan dil kurallarıyla sürdürüp bazı stopajlardan büyüyüp küçülen harfler veya şöyle veya böyle.
 Bir metin ne kadar renklendirilebilirse öyle yani, görsel de olan bir şölen.
 Lakini özünü de anımsadım, buna bu zihin emeğini vermekten sıkıldım. Zaten hep sıkıldıkça yazdım, belki. Sıkıldıklarımı kırıp sıkılmadığım şeyler için.
 Ve bu belki bir şeye işaret ediyordu, sandığımdan farklı yönleri olan veya tam olarak bildiğim.
 Dünyaya bakan, kendini görür, bu neredeyse yaygın bir ampirik veridir. İngilizcesi daha havalıydı bunun.
 Oğuz Atay'ı sevmediğimi hatırladım sonra, kitaplarını incelemiş, okumamıştım. Karamsar geliyor bana.
 Bulantı'da karakterin eline bakıp örümceksi bir yapı görmesi, yabancılaşması ve o an gözlerinin gördüğü tüm dünyaya kopuklukla bakakalıp bedeninden uzaklaşması.
 Varoluşçuluğa tutunmak istiyorum, taa çocukluk felsefeme de uyuyor lakin bunlar bana edebi ifadeler, duygu geçirmek yaşatmak istemleri, sanatsal örgüler gibi gelmiyor.
 Depresyon ve panik atak itirafları gibi geliyor. Aylak Adam mesela, neden seviliyor? "Böyle kitapları okuyunca içine döndürüyor adamın ağzına sıçıyor" demişti bir arkadaşım, evet, o bulantının sebebi tam olarak öyle kitapları okumaktı. Benim gözümde tutkulu bir aşık değil insanları takip edip, köşede sıkıştıran obsesif bir sapıktı. Veya ben "gerçek sevgi" "tutamak" kavramlarını hiç bulmadım ya da farklı algıladım.
 Bunlarla bağlantı kuramıyorum, ben böyle tepkiler hiç yaşamadım. Yoğunlaştığım zamanlar oldu, bana daha çok yükselen ve blokaj yaratan duygular olarak görünürler, tüm duygular bir bildiridir, yukarıdan kaydırıp baktığın bildirim panelinde.
 Hiçbir eserde bunların yüceltilmesini de doğru bulmam. Bu biraz Leyla ile Mecnun sevmemek gibi. Türkiye'de o tarihte farklı, yenilikçi bir mizah. Çok seveni var. Oysa bu karakterlerden dünyada hemen her yerde zaten var, kötü görünümlü bir mahallede düzenli olarak simpleyen cinsel olarak başarısız, sürekli şaşkın sürekli sakar uzaktan gemilere el sallayan karakterleri daha fazla görmek istemiyorum. Bununla ilgili. Sevmediğim yazarlarda kitaplarda acaba kendi bir gölgemden mi kaçıyorum, onu mu bastırıp öldürmeyi deniyorum veya basitçe olmadığım şeyin mi altını çiziyorum.
 Henüz yazma metotları düşünür, okurken lisedeydim, adım adım bunu geliştirdim, başta verdiğin bir paragrafı sonda tamamlamak gibi numaralar veya araya iç gıdıklayan bir metafor bırakıp onu bir anda yazının tümüne yaymak.
 Aytuğ Akdoğan çıktı o sıra, o da yaşça küçüktü tam hatırlamıyorum, böyle paralelleri yakalamayı seviyorum, kim sevmez; "yaşıtın ünlüler". Sena 98'liydi sanırım. Tüm rockerlar yirmi yedide ölmüyor, bu güzel. Baktığında "aa" diyorsun, senin tanıdığın yaşıtların başka bir hayat yaşıyor. Bunu gömmeyi sevmiyorum ama yok onlar torpilli şöyle böyle. Dolu Kadeh ev kayıtlarıyla çıkmıştı sanırım ve RTS okuyan arkadaşları kameraman, reklamcılık okuyan arkadaşları menajerleri olmuştu. Çağın ayrıcalıkları var yani, pezevenklerin elinden alınmak gerekmiyor. Kuşadası '18'de çalışırken kan ter içinde ofis dediğimiz o saçma yere koşmuştum, tuvalet molasına. Orada kıvırcık sarışın bir kız gördüm ufacık, tuhaf bir farklılığı, bir yerden tanır gibi ama tanımaz gibi. Göz kontağını kesiyorum tuvalet sırasında bakışmaktan hoşlanmıyorum, kızı da daha önce görmedim. Sonra öğreniyorum ki bu Sena'ymış, sahne öncesi, o sıra yeni çıkıyor. Belli, ofis dediğimiz o tuhaf kiralık restoran yerine müzisyenler gelmiyor. Burası Runner'lar ve Camper'ların ekip alanı. Kulisteki köleler kuliste hizmetleniyorlar, iyi ki oradan yırttım, hiçbir kibir abidesine viski götürmek istemiyorum. Halk adamıyım kampçılarla ilgileniyorum, ehehe.
 CV verir gibi oluyor, hayır, gevezelik ediyorum ve buraya bir şeyler yüklüyorum. Spetziyi absorbe etmeyi planlıyorum. Rol değişimi, çünkü buna emek verdim, bunu ben yaptım. Çünkü bu zamana kadar tek bir yönümü yükledim buraya; öfkem, tiksintim ve melankolim. Bu duyguları ejaküle ederken kendimi ortaya koyuyordum, bam güm. Sonra bazı şarlatanlıklar tespit ettim, soğudum, bazı depresyonlar kovaladı müteakiben. Kral mıyım soytarı mıyım bilemedim. Bir yerde her şey yokuş aşağı gitmeye başladı ve ben önümü de kendimi de görmez oldum. Bayat, bulanık, lezzetsiz ve renksiz gözüktü dünya o zamanlar. Hemen öncesinde geçit töreniydi.
 Hiçbir şeyi umursamaz, yarın yok gibi, dün de yok gibi yaşardım. Bir çeşit serseri filozof, entelektüel porno starı. Burası hızlıydı, kalabalıklarca insan, her ruh, her kumaş, sahneler, şehirlere, ülkelere veda eden dostlar, salona fil girmiş biz mi evi terkedeceğiz, tabii ki fili göndereceğiz diyip kafa giben benler, siyasi duruşlar, mülteciler bize adapte olabilecek mi fikirleri vesaire. Bu adam sevdiğim bir adamdı, bu adam sevmediğim bir adamdı. İdeallerimi yaşıyordu, duygusuz yaşa, buraya kus. Şair değil, şairane. Lakin anlamadığı şeyler vardı. Bu adamın midesi bozuktu.
 Yoksa diyorum, bir çeşit, Amerikan kolejlerindeki zorbaların mezuniyetle beraber benzinlikte pompacı olması sorunsalı mı, aklı dönüp dönüp oraya giden, orada değerli hissettiği için. Yok, nefes alıp yolumuzdan sapmayalım. Biraz kompleks bir şekilde hayatta kaldık, bu bazen kafa karıştırıcı olabiliyor lakin aklımız açık kalsın.
 Nihayetinde terapideyiz ve anıyı ziyaret edip, anlamını değiştiriyoruz.
 Ben bu siteyi çok yönlü görüyorum, hem içe hem dışa dönük. Örtülü bir kimlik, evet burası benim ama kimsenin bilmediği.
 Yıllık zamanı bir kız yaklaşmıştı, sınıftan. "Bakışıyoruz bari tanışalım dedim" dedi. Evet, niye baktığına bakıyordum. Okuduğunu bilmiyordum, iltifatı kaptım lakin sıkıntılı bir şey sordu, "İyi, hoş ama senin sebebin önemli senin bildiğin, neden yazıyorsun?" "Sence?"
 Bazen birisi kendisini anlatır veya sana bir izahta bulunur. Görülmenin ürpertici yanı. Daha doğrusu kendini onda görmek üzerinden görülmenin ilizyonu. Kendinden kaçmak gibi kaçarsın o insandan. Korku da aşka dahil olur. Tabii bu anıda romantik veya erotik bir duygu yok, olsa ben tanışırdım. Lakin eğer içinizi paylaşmak deneyimleriniz arasında yok ve saklanmak zorunda hissediyorsanız, bu biraz böyle oluyor, bam güm bir karakter de olsanız, bam güm paylaşıyor da olsanız. Esasen Spetzi ve ben arasında pek fark yok, aynı sıkıcı, büyüklük taslayan herif ya soyut konseptleri ya da düpedüz saçmalıkları konuşmayı seven. Ortasız. Smalltalkta iyiyim, smalltalk sevmiyorum.
 "Sen kendini çözümlüyorsun, yazdıkların bir sanatçının düzeyine çok yakın (17 yaşında sanatçılık hakkında ne biliyor veya bende ne görüyorsa) ve bir sanatçı iç dünyasını aktarır. Dünyayı konuşurken yaptığın kendini keşfetmek ve tanımlamak. Bunu ben de yapıyorum ama paylaşmıyorum. Bence senin paylaşıyor olman cesaret işi, hem başkaları da ilham alır."
 İşte, korkunç. Yok anonim, yok şöyle bi' blog buldum var mı merak eden diye paylaşa paylaşa gizlediğim sır açığa çıktı meğer herkes biliyormuş... "Sanane" diyorum ve komik oluyor, toparlıyorum "Yani pardon, sen de az analist değilmişsin, muhakkak çözümlemeni gerektiren derin bir kişiliğin ve hayatla kavgan vardır. Onu merak ettirdin" diyorum. On numara beş yıldız, zekice üstümden attım odağı bakalım beni gördüğü kadar kendini de açabiliyor mu, utanmaz. Aynı tonla enerjisi hiç değişmeden çat diye anlatıyor. Zaten bu insan sadece tek bir duygu yaşıyor gibi, enerjisi. Dinleyince bir fal taşına dönüşüyorum. Anlıyorum da, bir trafik kazası, ailede vefatlar, sağ kalan bir kardeş ve kendi beyninde hasar. Bu anıyı gerçekten yaşadığıma ve bugünlerde tekrar 2014 gibi hissettiğime inanamıyorum. Hiç size de zamanlamalar, denk gelişler, şunlar bunlar sanki sadece anlamını çözmek, sonrası sekmesini merak ettiren trajikomik bir film gibi gelmiyor mu? Bir şekilde her şey birleşiyor, birbirini tamamlıyor. Gerçi doğru defalarca kere 2014'e uzanmaya çalıştım, nedenini bilmiyordum bu döngünün, şimdi biliyorum fakat hissini hiç yakalamamıştım. Her neyse.
 Hani o gün bütün hatlarda ışıklar yeşil yanar her seferinde durmaksızın karşıya geçersin dersin ki şanslı günümdeyim bugün talih benden yana, tüm taşlar sen çağırmadan istemeden önünü, yolunu açar, falan, gibi. Neyse, bu arada karşıya hala ölümsüz gibi geçiyorum, bir trafik kazasında öleceğimi sezinlemiyorum. Hiçbir zaman bıçaklanmayacağımı da sezinlediğim gibi. Bazı şeyleri önceden biliyorum, bugüne kadar yanıltmadı. Hadi uzun takvimleri kafamda görebiliyorum bu kafa işi ama işte bunu bilmiyorum. Mesela çocukken beni hiç köpek ısırmayacak demiştim. Olmadı da sahiden. Arkadaşımı ısırdı.
 Her neyse.
 Gerçi bir keresinde bize kendini güvenilir tanıtan yaşça büyük bir hırboyla takılıyorduk. Yani tanıtmıyordu da ses tonu öyleydi, benimkine benzer ama şarkı söylediğinde "tahta" duyuyordum, neyi kastediyorum, eğitimsizlikten, sigaradan yıpranmış, elastikliğini esnekliğini kaybetmiş, kısık ve sadece köşeleri kalmış bir ses. Cümle sonlarını uzatamıyor, vibrato yapamıyor, kısa kesmek zorunda. Evet sesleri görüyorum ve gördüklerimi duyduğum oluyor. Uzun süre Mi notasını Mavi olarak zihnimde tanıyordum, müzisyen arkadaşlarım olana kadar bunu genel bir şey sanıyordum. Sonra bir akor programında gördüğüm tüm notaların tam olarak beynimdeki renklerle ifade edildiğini gördüm. Sanırım tüm atomların bir frekansı paylaşması, spektrum, vesaire. Sinestezi belki de açık sezi. Neysenin içinde neyse. Otuzlarında sıska zargana bir şeydi. Etsiz tam bir kafatası olan kafası vardı, yüzüne bakınca tuhafsıyordu insan. Kız arkadaşını, ev arkadaşını borçlandırıyor beleşe yaşıyordu. Gelip bize hümanizm, hayvan sevgisi bir şeyler sıçıyordu sonra iyi insan belleyelim onu istiyordu veya bu konularda en azından, samimiydi belki de, yan odada müzik yaparken. Hep tuhafsadım, bu hırtolar niçin yirmi yaşında insanlarla ev paylaşıyorlar, niye hala daha düzenli bir sap olamamışlar veya niyetleri ne çeşit bir sömürü? Bana açıyor içini bir tek, gerçek içini. Hep bunu yapabilmişimdir. Hep doğru soruları sorarım ve sahiden anda olup kulak veren birine herkes açılmak ister. Silahlandırılmış empati, bir savunma aslında. Kendin güvenli alan bulup açılana değin saklı kalıp önce habitatı tanımak. Baba kompleksi. "Hmm" diyorum demek ki babayla ilişki ileriki yaşlarda para durumunda sorunlar yaratabiliyor, ben buna dikkat edeyim. Çünkü daha lisedeyken harçlık almaktan nefret eder, okul olmasa da bir işe girsem derdim. Tüm alanlarda bağımsızlığı hedefliyorum. O zamanlarki sevgilime, kadınım diyorum, kendimi ciddiye alıyorum, saygı duyuyorum. Büyük adam suratlı çocuk diye arkadaşlarım bana sataşıyorlar. Güldüm bunları hatırlayınca, zeki ama çalışmıyor.
 Onu baskın, ezici bir güç olarak görüyor, "onu asla" geçemem diyor, kendisine kıyasla çok duygusal olduğunu söylüyor. Tuhaf, ben kendiminkini kırılgan hatta fazla yumuşak, hep içine atıp bir anda patlayan, duygularını ne işleyebilen ne regüle edebilen biri gibi hatta fazlasıyla uyumlu, ne bileyim o erkeksi eril yapıdan uzak görüyordum. Bence bir kadın olarak partneri bu mutsuz ediyor, böyle düşünüyorum o günlerde. Lakin o meşhur rüyalarımda asla para ya da şöhret görmüyorum. Bugüne baktım ya demin bir göz kırpımı sürede, evet, karakterim yerinde duruyor, ama...
 Rüyalar, rüyalar. Hep bir şeyler fısıldayan, mesaj veren, haber eden, başta anlamsız bir tanesiyle başlayarak hayatıma kendini tanıtan o tuhaflık. Sanki içinde bir sen var seni senden iyi bilen ve seni ona çağırıyor. Merhaba diyor, ilgini çekiyor ve onu takip ediyorsun. İşte o kadının rüyasında benden yardım istemesi gibi. Vücutlarımız elektrik, zaman içindeki akışı bilmiyorum eminim bunu kuantum izah edecek bir gün fakat mekandan mekana, bedenden bedene muhtemel.
 Şaman denmişti, bilmiyorum, ben doğmadan önce üretilmiş hiçbir sıfatı kimlik olarak üstüme giymiyorum. Benziyorsa, peki, olabilir, tamam, ne yapayım, olur, geç.
 Onunla metafizik dahil pek çok şey konuşabiliyoruz, dil de biliyor, ooh, tanıttığı kadar kültürü bilgisi geniş sahiden. Bir çeşit yetenekli ama bunu insan etkilemek için biriktirmiş gibi, sosyal kazancı önde tutan bir yaşamı olmuş. İşe giriyor, traş oluyor falan, o ara seviniyorum onun adına. Ben öğrenciyim, diyelim ki bahane, senin çalışman şarttı diyorum. Müzik diyor, bir akor basıyor, bak bu akorun duygusunu hisset diyor. Ben o sıra dinlediğim bir müzikten bile hiçbir nöronumun aktive olmamasını kendimce test ediyorum. Kendime hissetmeyi yasaklamış, dışarıdan gelen her etkiye kapanmayı öğütlüyorum. Neyden korunuyorum, güçlü oldum da bak sesim enstrümanlarla güzel duyuluyorken, bunu yapamıyorum. Beynimi keşfetmeye çalışıyorum, bazı özelliklerini kısıyorum açıyorum denemeler yapıyorum, bu hissizleşmeden sanatsal darbe alıyorum. Tamam kalemim kuvvetli sanırım, muhakkak bir etki bırakıyor, oraya yarıyor ama tonu asla bulamıyorum çünkü kendime duymayı yasaklıyorum. "Bak, yapabiliyorum" demek için tona rahatça girdiğim anlar oluyor, olağan halimde bundan çıkıyorum. Donuk ve tekdüze konuşarak istemsiz mesafeler yaratıyorum. Konuşma tonum hep o en sakin en kalın sesimden geliyor. Saçmalayacağım zaman Bayülgen taklidi yapıyorum.
 Bu herifse hem hissediyor hem bilgi düzeyi benimle yarışıyor, bir tuhaflık seziyorum bu genel kapasitesizlik ve kapasitelilik halinde ama bir şeyler kapmaya, bir şeyler de vermeye çalışıyorum.
 Sahne teklifi geliyor, eğlenmek istiyorum ve tüm grubumu oraya yığıyorum. Yaşları gereği mekan sahibi ve bu hırbo daha iyi anlaşıyor, teklif bana geliyor, ama mekanı da küçümsüyorum o yüzden umursamıyorum. Üstelik övülüyorum, bana yetiyor. Zamanla paramızı oradan alıp, bize o dağıtıyor. Zamanla sahneye gitmeyi unutuyoruz ve zamanla mekan kapanıyor. Ah, orada yemek yemişiz ekipçe, doğru, hatırlıyorum, ödememişiz adam sıkışıkmış ve ihtiyaç duyuyor. Mekanın kapandığını ben biliyorum, önünden geçtiğim için. Hırbo durumu izah edip bize miktar veriyor ve mekan sahibine götüreceğini söylüyor. N'apıp edip dirense de muhabbet içinde kazanıp ben de onunla geleceğimi söylüyorum. Daha arkadaşça bir teklif herhalde beraber çıkmayı ve takılmadan önce uğramayı gerektiriyor, birisi niye önden çıkıyor? Hepsini izah ediyorum çıkıp mekanın kapalı olduğu gerçeğine birlikte tanıklık etmemizi sağlıyorum, ikimiz de olsak. Zira niye bunu yaptığını henüz bilmiyorum, insan içinde rencide etmek için henüz erken. "Bak" diyorum "kapalı". "Doğru" diyor "sahiden kapanmış, bugün kapayacağını söylememişti". Yalan, söylüyor, iki haftadır kapalı. Dönelim diyor. Neden sonra asansörde, küçücük bir asansörde götgöte, şapkasının altından bana bakıyor zaten bu şapkalar bana nedense hep sapık vibe'ı vermiştir, "ben alayım" diyor "paraları, adamla yakınım ya buluşuruz veririm evi şurada zaten çıkacağım tekrar az sonra" diyor. "Niye geldin çıkacaktıysan veya birlikte de giderdik niye yalnız gidesin yazık sana" diyorum. Bir şey alacağını falan zırvalıyor. Sesi biraz sertleşiyor ve alayım alayım diyor, zaten bu noktaya kadar arkadaşlarımın parasını kendim alma, onunla çıkma sebebim de bu, öngörüyorum, zaman verip gözlemliyorum. "Hayır" diyorum "onlara geri verelim adama birlikte gideriz hem vedalaşamadık adamakıllı." diyip gözlerine sarsılmaz bir bakış atıyorum. Aklıma arkadaşım geliyor, onun ev arkadaşı, bu heriften düpedüz korkuyor. Daracık yerde kafatası suratı ve boğuk, saçma sesiyle beni ürkütmeliydi, psikolojik bir daraltma tekniği gibi geliyor üstüme gelmek için asansörü seçmesi, bense kendi seçimimle 'daralmıyorum'. Fakat fiziksel tehdit seçeneğinin gündeme gelmesi adrenalini besliyor. Adrenalini seviyorum lakin sonra kendimi sakinleştirmek durumunda kalacağımı da biliyorum. Arkadaşlarımın paralarını dağıtıyorum. Aklıma ilkokulda haraç kesen çeteçi tuhaf çocukların tüm arkadaşlarımı korkuttuğu ve paralarını aldığı geliyor. "50 kuruş versene" Bana sormuyorlar, bir sebepten ama bilmiyorum, ailemi mi tanıyorlar, sanmıyorum zaten o dönem bir popularite de bulunmuyor, bana bazen soruyorlar. Bense umursamaz bir hayırla yine kolayca başımdan savıyorum. Tekrarlamıyorlar hiçbir zaman. O an korkunun seçim olduğu gibi bir fikir elde ediyorum, ne bileyim, korkmuyorum, bu yanıtı içimde vermemeyi seçiyorum. Arkadaşlarım güçlü duramayınca canım sıkılıyor, fiziksel tehditi hesap ettiğimde, yüzleşsem direkt kaçacaklarını bildiğim için onların durumuna müdahale edemiyorum, kendimi koruyabiliyorum. Basit ve inanılmış bir "Hayır" ile. Ama bak, bu sefer arkadaşlarımı da koruyabildim üstelik kafamı da kullandım diyorum, kendime bir level up puanı yazıyorum, o gün bir ekstra bira içiyorum ve daha sert sevişiyorum. Nedenini kimse bilmiyor, söylemiyorum. Öncesinde bu hırboyla gece gezerken herkesi çok seven, herkesin de çok sevdiği Küçükpark köpekleri (apoyu var mı hatırlayan heyo) bizden bir tek ona havlıyor, tuhaf geliyor.
 Zaman sonra 6-7 aylık kirayı topladığı ve yatırmadığı ortaya çıkıyor, bir sabah siktir olup gitmiş.
Tüm Bornova esnafı bunu arıyor, gördüğü yerde döveceklerini söylüyorlar, bunu şimdi öğreniyoruz.
 Yurtdışında olduğu söyleniyor. Hmm, ben bunları kaydettim mi buraya yoksa dejavu mu oluyorum? Sanki yazdığımı gördüm gibi daha önce, bilmiyorum, önemsiz bir detay.
 Adını googleda aratıyoruz, meraktan, 2014'te Kıbrıs'ta hırsızlık yaparken yakalanıp tutuklandığını buluyoruz. Komik, inanmıyoruz ama kamera görüntüsü var, sahiden o, aynı sapık şapka, gülüyoruz. Tabii bir arkadaşımız o kadar gülmüyor, parası hiç olduğu, ev sahibiyle ödeşmek zorunda kalacakları için...
 Ben burada bilgili, çok yönlü, duygusal ve kırılgan insanların olabildiğini, bazı dertleri hiçbir zaman aşamamanın mümkün olduğunu, nasıl vicdan uyandırdıklarını ve bunların dolandırıcı çıkabileceğini görüyorum. Hırsızlığın çaresizlikten, imkansızlıktan gerçekleştiğini onaylıyorum, bunu beynimde daha önce düşünmüştüm. Bunları tespit ederken muhabbetine değil genel yaşam profiline bakmanın kıymetli olduğunun altını çiziyorum, muhabbeti zengin, kendisi değil, nokta. Göz boyayan bir kemirgen. Temasımda mesafeli kalmakta haklıymışım, neredeyse içgüdüsel bir itki.
 Lakin içimden bir ses keskin şekilde reddederken, asla olmamam gereken bir alternatif diyor. Her erkek bence bir ruhu ve felsefeyi temsil ediyor, bu değilim diyorum, olmaktan korktuğumu da itiraf ediyorum içimde. Sanki bir alternatifimle karşılaşmış ve onu yenmişim gibi hissediyorum, o olasılık sonsuza kadar kapandı.
 Lakin. İçimden bir ses tanıdık bir karanlığı hissediyor, bilgisi bilgimle eşleşiyor, insanlara aynı şekilde ulaşabiliyor. Bu zavallı ruhla ortak paydamız nedir, hangi kabiliyeti paylaşıyoruz ve insanlara tavırda nasıl ayrılıyoruz?
 İşte sanki bir değil iki değil, gölgelerimle karşılaştığımı hissettiren o duygu başlıyor. Ben diyorum, kendi kötülüğünü bastıran bir güç müyüm? Henüz daha delikanlı ve ileride mi dönüşümümü tamamlayacağım? Hayır, hayır bunu istemiyorum.
 Rüyalarımda tanışacağım kadınları, yaşayacağım aşkları görüyorum. İsimlerini, mesleklerini, kişiliklerini, saç renkleri. Şaşırıyorum bazen, bir matematik öğretmeniyle işim ne ki, aylar sonra o kızla tanışıyorum. Nefret ediyorum, artık bu gibik rüyalar bana para göstersin. Kazanova olmaya mı çalışıyor bu meret, bu mu. Baştan Çıkarma Sanatı'nı on iki yaşımda okumamalıydım. Aslında Robert Greene'nin tüm o ağır, tarihi ve tarih boyu önemli insanların hayatları üzerinden anlattığı yasaları. Mesela İktidar ve Savaş Stratejileri. Büyük oranda bilgimi hala o kitaplara borçluyum. Hatırlıyorum "Bu kitaplar kişisel merakla derlenmiş ve daha iyi bir partner/arkadaş/ebeveyn olmak gibi, hayatımızdaki rollerimizi en iyi haliyle yerine getirmeye yarayacak bilgileri içeriyor. Fakat iki tarafı da var, kötü niyetle de kullanılabilir." Gibi bir önsözle geliyordu, akademisyen kızkardeşine mi, annesine mi, partnerine mi öyle birisine ithaf etmiş bir de Robert. Bu aklıma yatıyor, seviyorum bunu, tam bir kişisel gelişim yuvası yani, güzel. Üstelik iyi olmayı seçmeyi önerirken, tehlike arz etmeyi ve kendini koruyabilmeyi de öneriyor, müthiş bir erkek başucu kitabı diyorum. Bu istediğinde cerrah istediğinde katil olabilecek bıçak çizgisi içimde bir yerde epey yer ediyor. Bir gün bir profesör mesleki tanım istediğinde, tam olarak bu cümleyi kuruyorum. Tebrik alıyor.
 Orta ikideyim. Baştan çıkarıcılığım için bu kitapları suçluyorum, önerilemez bir yaş, bunların yetişkin kitapları olduğunu muhakkak o da bilmiyor. Tabii komik anılar da yaratıyor bunları okuyup sınıf arkadaşlarının davranışlarını okumaya, manipülatif bulmaya başlıyorsun. Mesela bir tanesi para uzatıp bana su al kendine de al diyor, hayır diyorum tüm ciddiyetimle beni kontrol edemezsin, şu an gülüyorum. Dünya bir anda oldukça güvensiz de görünmeye başlıyor. Sanki artık yaşımda değilim, zaten hep büyüsem de nihayet bana büyükmüşüm gibi davransalar derdim, iyice pekişti. Bunları okumalıyız, doğru. Yoksa gafil avlanıp, ailemizden uzak kalabiliriz, böyle düşünüyorum o yaşlarda. Kahpe dünya tarafından haksızlığa uğramak, hiçbir sevdiğimi terketmek istemiyorum. Güçlenmek zorundayım, yaralanmamak ve bir aile kurmak. Onları koruyabilmek. Orta ikideyim.
 Sahi, ben neyden korunuyorum?
 
 İşte, diyorum ki kendime, bak Aytuğ kitap yazmış, çöp. Bir karamsarlık muskası ve bad boy manifestosu. Tamam en kötü, hırçın erkek sensin, ok. Kitabında bir iç narsizminden bahsediyor. Sevgililerini psikolojik manipülasyonlarla kendine bağladığından bunun o derin özgüvensizliğinden geldiğinden, sevgilisiyle kaçtığı yazlıkta yaşadığı cinsellikten falan bahsediyor. Ergen rüyası yani, oyunlar oynuyor ve sevişebiliyor, çok güzel. Sen diyorum, Spetzi'yi böyle kurma, kara kısımları dünyaya ait olsun, iç sesini ve burada yansıttıklarını ümit verici kur, gerçeklikle saldır, gerçekliği çirkinlikleriyle de kabul et ve gördüğün haliyle sun dünyayı. Çıkışlar da ver, ama, sahteliğe gitme, metotları koy. Kara delik bir güneş. Balık tutma, tutmayı da göster, kendin ne kadar tutabiliyorsan. Yazar olmayı hedeflemiyorum, 1-2 kısa öykü girişimi yapıyorum o zamanlar, roman yazabileceğimi de biliyorum, sıkılıyorum. Ara ara gelip kendimi takip ediyor, denetliyorum, kendimin en büyük admini benim, bu. Herkes kolayca ben yazarım derken, ben aklımın ucundan geçirmiyorum, üstelik kötülüyorum, sabah beşte uyanıp öğlene kadar yazma rutinini oturtmuş bir takım gözü bozuklar. Böylece ünleniyorlar, ülkelerinde de dünyada da, ilham, yaratıcılık, üzerine disiplin ve rutin eklemişler, peki diyorum, kolay geliyor. Ampute falan olursam muhakkak düşünürüm diyorum, sıkıcı geliyor. Lakin ara ara gelip yaşamak yanı sıra aktaracağım bir araca ihtiyacım oluyor. Zira her bir düşüncemi ve duygumu çok değerli buluyorum. Nasıl bulmam, benim en değerli hazinelerim onlar. Çünkü beni taşıyorlar. Ben. Ben yaşıyorum, ben varım! Bunun hiçbir kısmını silmek, yok etmek, eksiltmek istemem, deli miyim? Mümkünse hepsi kaydolmalı, hatta beni anlatarak ünlü falan olmalıyım, paramı da bu getirmeli, daha doğrusu bunu aktarabilme becerisi getirmeli. Keşke müzik yapabilsem, en çabuk ve etkili aktarım biçimi, öyle düşünüyorum, işte o yüzden beni yaralıyor, niye diyorum, bendeki sakatlık ne, neden sesim oturmuyor, sadece karizma sıçarak konuşup ölüp gidecek miyim? Grunge'a mı sarsam, Kurt Cobain hep detone surtone hepsini oluyor. İlah gibi muamele görüyor ki bence sesi daha iyi olabilir. Gerçi konuşmayı, tıpkı yazarkenki gibi alıp alıp bir yerlere götürmeyi de seviyorum, güzel konuşuyorsun, hitabetin kuvvetli falan diyorlar, bok, tanımlanmayı sevmiyorum ama iltifat almayı bilmek de meziyet peki teşekkür ediyorum, bir daha olmasın.
 Korktuğum yanı, işte. Çocukluk, mocukluk bir şeyler. Kesin başıma zarar gelecek diyorum, önden kendimi koruyacağım ya, ben acıtıyorum. Muhakkak alındığım çekindiğim bir ya da iki tümce olmuş oluyor. Tam 18-25 arası, bir erkeğin en gamsız en bencil yaşları ha bunu olağan kabul etmek de var. Üzgünüm, büyüyoruz ve ben o yaşlarımda dönüp baktığımda okuduğum, doldurmuş olduğum tüm o defterleri birkaç yıl önce yaktım. Kısa bir nevroz "Niçin bu kadar büyüğüm ben, bin yaşında mıyım, filozof muyum ne bokum neden bu kadar olgun neden 18inde biri gibi değil neden 20sinde biri gibi değil, neden neden NEDEN" kendime saldırmaya kendimi yıkmaya başlıyorum, kız arkadaşlarım anlayamıyorlar bu kendine öfkenin, nefretin sebebini zaten bir tümüyle dışa dönük, bir tümüyle içe dönük halimden zamanla hırpalanıyorlar. En çok ben hırpalanıyorum, kendime de onlara da üzülüyorum. Neyden kaçtığımı inan bilmiyorum. Kafamdan çocukluk sitemlerim geçiyor, niye büyümek istiyorum neden beni küçülten ne, daraltan ne. Bu tüm otoriteleri reddediş, sevdiğim bir şey, de bazı çocukluk videolarıma bakıyorum. Doğum günümde, pastam kesilirken, telefonu bırak diyorum, kalbine kaydet o daha kalıcı olur. Hep büyük adam gibi konuşuyorum, bunu duyuyorum, ya büyük adam olacağım ya da bir zavallı, öyle deniyor sık sık. Kafama da yatıyor, kesin büyük adam olurum. Siteyi açarken sen insanları göm ama kendini de göm, hepimiz sıradanız, etteniz kemikteniz, sıfatların dahi bir üstünlüğü yok diyorum, doğru. Kendimi büyültürsem ben büyültürüm, daraltırsam ben daraltırım diyorum. Aslında dünyada karşılaştıklarım gölgelerim fakat ben kendi gölgemle barışık yaşıyorum. Bu gerçek manada büyümek oluyor çocukkenki değil.
 Eh, parentifikasyon da deniyor.
 Kendimi ise ben aşıyorum.
 İşte Yalnızlık yazıları, Oyun Hamuru'nda bahsedilen oynanabilen gerçeklikler, Eğitim Sistemi.
 Ben edebiyat yapmıyorum. Bilinç akışı.
 Ben hastalıklı bir adamım. (kitabı hatırlayan?)
 Kafka'yı şiirlerinde "dolap" olmayı yücelttiği için sevmiyorum. Beline sarılmayı düşlemiyor musun? Bunlar aldatmacalı duygusal rüşvetler,
Şiir sevmiyorum çoğunluğu bana gelsene diyemeyen işi veya gizli kapaklı korkakların ne orada ne burada tam olarak olabilen.
 Sokratesinki kadarsa bir nefretim yok bazıları güzel mesela Mavi Kuş, Bukowski'nin, bir umutsuzluk ve korunma melankolisini okuyabilirsen, ergence kalmıyor. Oturup bunlar bizi duygusallaştırıyor okumayın arkadaşlar diye ahkam kesmek çağı için kulaklıklarımızı çöpe atalım demek gibi, bunu yayıyormuş bir de. Bana Sokrates derken acaba bu yönünü sevmediğimi biliyor muydu arkadaşlarım.
 Düşünsene bir dönem müzik dinlemek için belirli kentlere seyahat edip bilet almaları gerekiyormuş
ve tek seçenek sözsüz müzikler, klasikler.
 Hey rönesans Spotify listeniz biraz sıkıcı.
 Öte yandan dünya oraya kayarken Youtube'a sadakatim ve ben.
 Gerçi benimki de sıkıcı, hep aynı tipler.

 Burayı yapan çocuğun bir de fotoğrafını gördük. 
 İlk kez.
 Ne tatlı .
 Bir zamanlar Facebook vardı, ilkokul, fake hesaplar açardım hepsi sonra Farmvillede aile dostu Vildan teyzeleri yenme yakıtı oldular, ortaokula geçtiğim için cephanelerimi anneme sattım tek hesapla devam ettim.
 Bir tanesi daha "meme"ler çıkmamışken zamanın memelerinden biri tatlış bir papağan fotoğrafıyla papağan reyizdi bu ben minik, küfürbaz, göbekli ve öfkeli bir elemanken incisözlükte (...) o ergenlik öncesi öfkemi kustuğum operasyon merkeziydi sonra Serkan İnci hazretleri kendini Akpye adadı, sitede de zaten sik yazıyorsun gib diye çeviriyor eski dijital dünyadaki o yeni ve farklı duruşu kalmadı hep beraber x'te toplandık, sevimsiz bir nesil adı, anonimliği sembolize ediyor, anonlar yasaklanacaktı ve internetteki varolma özgürlüğünü koruduğu için, Twitter sonları çoğu ifade flagleniyordu ve kimi görüşler -nazi olmak hariç o evrensel ve zamansız- direkt ban sebebiydi.
Biri de sevdiğim bir video oyunu karakteriydi, işte bu Görkem denen kahküllü çocuk tarlayı yakınca eve tıkılmıştım, Devil May Cry, Dante pp'li bir hesap, şimdi sıkıcı geliyor.
Kendime bir ara bunları unutturduğuma inanamıyorum, zamanla geri geldiler zira üzerimde durmadı, işte yetişkinliği yanlış anlamışım!
 Kendime sen herkes gibi veya daha iyi bir okul kazanacak, herkes gibi genç olacaksın dedim. Açları unutacak, başkalaşacaksın. Sorunlarını biliyor, bilmekle övünüyorsun. Zamanı gelecek. Şimdilik unut. Hadi.
 Atadığım yaşlar ve atadığım sorunlar. Sezer gibi, hazırlanır gibi, atamayı yaparken ilahi bir uyarı alır gibi.
 Hapsolmuş enerjin sana işaret ediyor paralelleri yakala diye. Rüyalarla konuşuyor. İnsan iç dünyasını aynalayana tutuluyor. Ruhun arıyor, ruhun buluyor.
 Atadığımı dahi unutturduğum şeyler. Tuhaf his.
Bu raddede hazırlıklılık avantajlı, fakat mantıklı mı.
 Gücün sessiz, kadifeye sarılmış demirden bir eldiven oluşu, zamanla kendini tanımlayıp tanıtan bir dev olarak zihinlerde bulunma hali. Bana bu ideallerin hepsi şimdi çok tanıdık geliyor, eyvah, narsistim!
 Bir soru vardı ve kovalamacası duyurulduğundan az zaman sonra kendisini tanıttı.
 Bu kiloda olmayalı da baya oldu özlemişim.
 Geçen bir pizza söyledim ve ekmeğin üstü safi sucuktu, kötüydü, her restoran işte menüsünün güzelliği kadar kötüyse kötü çıkıyor dışarıdan söylememe kararı aldım.
 Dört yumurtayı altıya çıkardım.
 Bazen de dirseğim kaşınıyor sonra dirsek temasını kesiyorum.
 Kendimi tırmalamak istemiyorum.
 Baş parmağım hariç tüm tırnakları kesiyorum gitar yüzünden ha bir de orta parmak.
 Hoşlanmıyorum ama penadan daha çok hoşlanmıyorum.
 Bende bir problem var.
 Var ki az yazıyorum.

 Hop.
 Burası bloggerlar zamanında açılan fakat blog gibi kullanılmayan bir yerdi. Bazı dirsek temas bloglarsa çoktandır bıraktılar, mailleştik ve hayatlarındaki sosyal özgüvensizliği çözdüklerinde keyiflerinin yerine geldiğini ve bu derinliğe ihtiyaç duymadıklarını çok önce söylediler. Burasıysa değişmedi zira amacı böyle bir eksiği kapamak değildi. Başkaydı, daha çok, hayata tanıklık etmekti. Bilirsem, paylaşırım, entel magandalığın anlamı yok. Buna biçim veriyorum.

 Ne çok bunaltıcı şey. Siyasi gündem, alışılmış düzenli olağanüstü stresler, normalleştirdiğimiz tüm bu saçmalıklar. Günlük hayatın bir parçası olan tüm bu dikenler, dünyadan, ülkemizden ve çevremizden. İçimizden de. Az çok bunu anlatmaya çalıştığımı anımsar gibiyim, farklı açılar ve katmanlardan, özellikle o zamanlar ne ile en çok karşılaşıyorsam, okul mu, pekala o zaman oradaki eksileri konuşalım, insana vuran şey kültür mü, bunu konuşalım, kendimize çıkardığımız zorluklar mı, bunları konuşalım.
 Gerçek şu ki bunlar daima hedeflenenin üzerinde görüntülenme aldılar, beklediğimin her zaman fazlasını verdi dönüt olarak. Beklenen neydi?
 Buna girmemin sebebi elbette kişisel dünyama davet etmek ve bu hikayeyi sürdürmekse de bir yandan da anımsarken yanıtlamak, yeniden anlamlandırmak, zira dedim ya sorunun kovalamacası sona erdi. Bu çok ilginçti, beklenmeyen bir şekilde getirdi kendini, tuhaf kılıklarda gözüktü önce maskesini indirene değin. Bu kez net olarak bencilce değil.. Zaten blogger devrinin geçtiğini ve eski binlerce sayılarına ulaşmadığını, neredeyse ancak ortaya çıktıkça uğranan nostaljik bir mekan olduğunu son sekiz-on keresinde defalarca belirttim. Uzun sıkıcı metinlere kimsenin vakti yok.
 İşte belki de yazdığım şey, iç sesimdi, bu site değil, göz önünde o kadar çıplaktı, belki.
 Uzanıp uzanıp on yıl önceye neyi tutmaya çalıştığımı görüyorum o gidişlerin gelişlerin. Her seferinde mideye inen yumrukların ve kendine dönme çabalarının.
 İnsan deneyimi, düşünsel veya duygusal, kendi değeri haricinde paylaşıldığında da değerli olabilen bir şey. Neticede senin deneyimini bilmek bana benim gitmediğim bir yolu aydınlatabilir veya giderken girdiğim çıkmazları. Bir çift göz önermek, bir de böyle bak, her nasıl istersen, zaten.
 Lakin bu bir çeşit öğretme işlemi değil. Zira bu sıkıcı, sürekli insanların tepesinde akıl verir gibi. Bunun altını seneler sonra çizmek istedim. Kendinden bile sıkılır insan. Bir şekilde bir hikaye anlatıyorsun senin olan, monolog konuşuyorsun işte, senin gerçekliğini ve bunun yalnızları sardığını, sıkışmışları çözdüğünü bilmek hep gurur vericiydi.
 Dolayısıyla dönüt gerektirmiyordu zira aktarılan aktarıcının bildiği bir şeydir. Çakmağı ateşlemek gibi, kalemi kağıda sürtmek gibi, sonucu biliyorsun aslında. Yaptığını bilmek amacına varmaya yetiyor. Lakin gelen dönütler bunu onaylıyor ve işte bu da seni sarıyor, çözdüğünü bir yandan o zaman daha bir biliyorsun.
 İşte bazen çarşıda pazarda insanlarla karşılaştım karşılaşıyorum burayı bilen, geçmişten. Gurur veriyor, değdiğini hissettiriyor. Nihayetinde salt drive'a da kaydedebilirdim ve dünyaya sadece onları tavlayacak şeyler sunardım. İlgilenmiyorum.
 Buradaki şarlatanlık, süs karşıtlığındaki çatışma kendini abartmaktan geliyor. Şöyle allahım böyle allahım kısımlarına. Faydasız paylaşımlara, sırf bir portre boyamış olmak için. İfade önemli bir şey, deniz, gemi, buradaki farklı sesler. Neyi unutmaya çalışıyorum, bir süre ne olursa olsun devam edip, bazı ekipmanları biriktirebilmek için. Zira stratejik olmam gerekiyor, ak bir kaşıkla doğmamışım hatta bazen kaşık yokmuş! Hatasız ilerlemek istiyorum, bunu garantilemek, her şeyi bilmek, öğrenmek istiyorum! Sonraysa istemiyorum, hayat kazanıldı, her zafer elde edildi. Zafer seni yendi. Artık öğrenme.
 Birileri var. Gelip gidip sana peygamber ol diyorlar "onun sabrı çok kolay!". Sınırları aşındırıyor, keskinliğini yeniden ele alıyorsun. Bunlar bahanesiydi bazı kirlerin. rehberlik asla değildi, rehberlik yazan bir odada ruhunu görünmez ve görünür kurallara hapseden, sistemin bir başka çarklısıydı. Eski dünyanın canavar kahramanları. 
 Bad boy. Seni yakalayıp "bu favorileri kes" diyip sırtını sıvazladığında donuk ve küçümser bakıp "neden" demiştin, yeni müdür dişliydi, TAL'ı yıldızlaştıran adamla konuşuyordun, akraban olan eski o bıyıklı şişko gibi tüm gün tütün-çay içip "müdür tostu" yemiyordu. Şık giyiniyor sanki bir İtalyan beyefendisi gibi dolaşıyor, kravatı çıkarıp yakasını açıyor, gömleğinin kollarını sıvıyordu. Fitti ve sanki senin kafanda Babalar ve Oğullar'daki Pavel Petroviç'i hayal ettiğin o soylu rus asiliydi. Aristokrat. Bunları hatırlıyor musun? "Git yönetmeliği oku anlarsın" diyip seni ittirmişti. Hmm demiştin, ona serbest bu numaralar ve bana değil, öyle mi? Kayıtsız dişliliğinde küçük serserileri savunmuştun aklınca, aklının onunkine yettiği soruları okul toplantılarında sorup kendince okulunu TAL'a karşı temsil ediyordun. Ya göt herif buraya gelişini "buraya düşmek" olarak görüyorsa? Belki hala sınıf kapayan TAL'ı 14 kişiyle kaçırdığın için senin götün yanıktı, belki de ikisi de aynı anda ve belki alakasız. Onu öfke krizine soktuğun ve gülerek koşup gittiğini hatırlıyor musun? Haketti yavşak (sevgiyle) sürekli şuyuma buyuma laf ediyordu gözü sanki başkasını görmüyor. Bahçeye büyük taşlar sipariş ettirip, zemini boyattırıp devasa bir satranç tahtası kurduğunda nasıl sevinmiştin. Meğer siz de satranç seviyormuşsunuz, göründüğünüz kadar aklınız da şıkmış, bunlar yaşsal ben sizi takdir ediyorum gelin bir barış maçı oynayalım. Mezuniyet gününde. Adam laf yiyecek diye kızarırken...
 ...bir anda gülmeye başlamıştı, beyaz ten ve pembe yanaklar. Sevimli noel baba. Senin yazdığın tiyatroyu dil anlatımcıyla sabote edip oratoryodan çıkarıldığında, topluluk fikrin de suya düşmüştü. Nasıl da mezuniyetinden sonra intikam almıştı ama o topluluğu açarak hemen sonraki dönem. Odaya girdiğinde ayağa kalkmayan tek kişi olduğun için. Maksat kişisel değil ki, genel, bu görenekleri pek sevmemek. El de öpmemek, mesela. Bununla pasif-agresif mücadele etmek, zira her yerde kaçamıyorsun. Aile büyüğünün elini öpüp, alnına koymamak, soytarılık bunlar lakin böyle çizgi dışı şeyleri de seviyor insanlar. Nasıl olduysa yeni çağda bir şekilde yaşlıları bastırdık, modernite falan filan ayağına hap diye yutuyorlar bu numaraları eskisi gibi saldırmıyorlar ehehe. Eskiden amma toksikmiş adam dünya yuvarlak demiş ve asmışlar. Bugün dünya düz diyorlar ve asan kesen yok. Bir dakika. 
 Yok yok, idam geri gelmesin.
 Bir dakika.
 Yok yok.
 Belki başka bir iktidarda. Ya da. Neyse.

 İşte sen o metaforlarda farklı elçileri seçerken bunu dengeliyordun. Kendini tanrı seçen, ezildiği yeri tamamlar. Bunu bilen bu lafla oynar.

 Değişmesi gereken çağa ayak uydurmanı söyleyen, sabretmeni söyleyen o sesi. Zira soytarılık buradaydı, unutmadan, bir kenara atmadan kafan da kalbin de rahat etmeyecekti ve sen bir kuyuya kusmalıydın sürekli.
 İşte o düzenli mide bulantısı metaforu, sürekli kusma olarak nitelendirmek, öyle ya da böyle. O derin yalnızlık, değilken bile. Seninle gözgözeyiz şimdi.
 Benzeşen ve ayrışan.
 Nihayetinde insan her koşulda kendisiyle rekabet ediyor.

 Kaçarken bile.

 Yürüdüğüm bir yolda, bir ağaç dalına takılı Harry Potter kitabı. Akıllıca tebrikler. İşte ben bana takana takmak gibi toksik bir huya sahibim, eşit derece rahatsızlık vermeden rahat olamıyorum.
 Buraya kadar.
 Terapiye değil, dayağa inanıyorum, buraya kadar.
 
 Zaman ve beynim arasında nasıl bir ilişki var bu niçin bana geliyor bilmiyorum. Bazen öfkeleri de sevgileri de duyuyorum, sesleriniz geliyor.

 Yüklemediğim yazı dahi hareketlere karar veriyor. Ben şuna buna, kontrole ihtiyaç duymuyorum. Tam olarak o kadar sıkı sıkı yapışacak kadar güvensizlik hissetmiyorum. Sahip olmaya değil varolmaya inanıyorum. Haklıymışım! Biri sahiden daha güçlü bir yanıtmış.
 Gölgelerinle karşılaşmak, o minik antremanlar. İşte rezil herifler, kontrastı böyle azdırıyorum, bilerek parlatıyorum.
 Bazı şeylerin yalnızca küçük şehir hezeyanları olduğunu size nasıl anlatabilirim?
 Farklı bir hayatın varlığını nasıl gösterebilirim?
 Öğretileni değil seçtiğimi varediyorum.
 Farklısını örnekliyorum, daha ne yapabilirim?
 
 Sapkınlarla karşılaşıyorum, üç şarlatan aynı anda yüzünü açıyor. Kaçarlarken tutup tokatlıyorum, tutup elimde sıkıyorum ruhlarını. Her şeylerini biliyorum ve hiçbir şeylerini sevmiyorum.
Pek çoğundan, birkaçı.
 Doğrusu diyorlar, siktir.
 O yolu gitmiyorum.
 Bana öğretildi. Gitmiyorum.
 Bin rolü bin yerde oynamıyorum. Bu düşünce tarzını biliyorum, kapsıyorum, kendime hapsolup delirirken de dahileşirken de aynı yerlerden geçtim. Tıkalı kalmadım. Bir başka tarihte doğsam peygamber olacağımın şakasını yaptım.
 Burayı okuyup, yazdığım en küçük X gönderisinden bile gelip özdeşlik kuruluyor. Hayran sınıfına koyunca da bozuluyorlar.
 Ne kötü seni sakatlayanlarla sakatlanmak.
 Ne zayıf sakatlandığını kabul etmek.
 Ne zayıf sakat kalmak.
 Ne kötü bunun sonsuzluğu.
 Bir zamanlar sevdiğim birinin ilkokul öğretmeniyle bir anısı aklımda. "Ne güzel şey bir dev olmak ama onu bir dev gibi kullanmamak."
 Çift öğrenim. Çünkü bu ruhsuzlar çift anadal yaptırıyorlar. Ne diyorsa tersini yaşıyorlar.
 Ruh katilleri kendini kendi ömrünün sonunda tanıtıyor. Sırasıyla hedef alıyor.
 Ben buna dur diyorum, mesele ne senin.
 Basitliği göremiyor, kapasitesi yetmiyor.
 Saklanan mide bulantısı ve 14 yaşında defterine yazdığın ilan.
 Saçma.
 
 Varmaya çalıştığı yeri gösterdiklerim görebiliyorsun diye beni taşlıyor.
 Kolay kısmı ise kendini o raddede tanımak ki kontrasttan bulmak.
 Kolay kısmı ise bir taşın hepsini vurması.
 Zincirleme birbirimizi yiyoruz.
 Nefret zinciri devam ediyor.
 Bu kadar aptal olunabilir.
 Bir erkek, nesillerin arasındaki köprüdür, iki dünyayı da elinde tutar, geçişi sağlar ve kolaylaştırır.
 Milenyuma kadar herkes herkese aynı şeyi yapıyor.
 Bir yılda dahi dünya muntazam değişirken, on yıl geriye baktığında ne kadar farklı ve yirmi yıl geriye baktığında ne kadar farklı.
 Düne bakıyorsun ve sanki mağara adamları.
 "Hayat mağduruyuz." Herkesin işine geliyor!
 Kimse bende şu kötü bu kötü demiyor!
 Kimsenin içine bakacak cesareti yok, her şeyi dışarıda buluyor!

 Bazı idealleri konuşalım. Takılı kaldığın bir bok çukurunda, dünyanın değiştiğini görene, oraya kendini kanıtlayana kadar takılı kalmak. Aslında ben de isterim.
 Aptal puma sendromu.
 Dünyanın tam olarak ne planladığını ne bilebilirsin?
 Hayat büyük bir belirsizlik ve orada karanlıkta mıyız, ışığı biz yakarız. Sorular.
 Tam ortasında duruyoruz.
 İstediğin gerçeklere koşmak koparmak ve sağlamak dışında bir seçeneğin olmuyor.
 Garanti ve garantiden biraz riskli pozisyonlardan kumar oynuyoruz.
 Attığım her zar bana geri düşüyor, uçurumuma doğru ışıklarını yitirip yavaşlayarak, neredeyse durur gibi donarak yok oluyorlar.
 Her koşulda kendimizle rekabet ediyoruz.
 Buradayım ve bu yeterli.
 İşte karmanın şeklini çizdim!

 Şimdi aydınlatmadığım bir noktam kalmıyor, gölgeli tek bir zerre bulunmuyor, aradaki tüm süreci görüyorum ve anlıyorum. Kendime uzanacak bir alan kalmıyor. Varolduğum için özür dilememe idealini devam ettiriyorum. Erasmusumu Tekirdağ'da yapmıyorum. Burayı güncelliyorum.
 Bazı şeyleri ben diyerek atıyorum bu reziller özdeşlikten hoşlanıyor.
 Uzattığım el kendisini tutuyor, öteki yakadan benimle konuşuyor.
 Seni ve ne yapmaya çalıştığını anlıyorum.
 İşte emin olduk seninle, kalmadı açık tek bir kanalizasyon kapısı.
 Güvertede tek bir ses duyuluyor.
 Aslında güverte bulunmuyor. Tüm bu gibik metaforların tarihi geçiyor zira saklanacak anlatılar bulunmuyor.
 İçeride patlattığım bin bombanın köküne kadar yıkıp koparması. Geriye molozların arasından ben kalıyor. Bu taklit edilebilir mi? Neyi neye zincirletiyorum.
 Kimi kimden koruduğuma şaşırıyorum.
 Öyle aynalar tutuyorumki kendini ele veriyor, çünkü bu ruhsuz bebeler kendi kendine asla konuşmuyor.  Kendisiyle dahi konuşmuyor. Söke söke alacaksın vereceksin.
 Taktığım küpeler yakalardan düşmeyecek.
 Bana örneklenmeyeni örnekliyorum.
 Her şeyi hatırlıyorum ve hiçbir şeyi unutmuyorum.

 Bu zamanın ruhuna uyuyor.

 Önceki günün Epstein dosyaları, Trump'ın Clinton'a oral seks yapması, Diddy meseleleri, Wikileaks.
 Dünya sahte kralların devrildiği yöne çevriliyor.
 Bunu söylüyorum büyük bir iyileşme çağı.
 Bilgi yayılıyor.

 Hakkari'de oturan çoban, Brezilya'daki bir hayatı görüyor.
 Bu.
 Kültürler çarpışıyor ve birbirini yanıtlıyor, tamamlıyor.
 Gerçek kaçınılmaz ölçüde çoğalıyor ve kendini aynalıyor. Sende gördüğüm yara bende benimkini kaşıma ihtiyacı yaratıyor. Herkes kanıyor ve tazeleniyor.
 İnsanlık vebalılarından arınıyor, kimsenin öngörmediği günahları paçalarına yapışıp onları prangalıyor. Tekin olmak zorundasınız.
 Wilde yüzyıl önce "üç beş şerefsizi adam etmekle vakit mi kaybedeceksin" diyordu. Bazen kavga o an durmak, küçük bir örnek sunmak ve çekilmek. Beş ay önceki bir durumu aydınlatmak, buydu. Düşünmeye alan tanıyarak. Kafa budur.
 Zira kaçmak dışında ne bilir bazı ruhlar?
 İşte böyle yapıyoruz şöyle yapıyoruz tespitleriyle köye rehber miyim?
 Hayat gurusu muyum?

 Köyünden kaçmış küçük "insancıklar"ın çocukluğuna kafa tatili. O şimdi aktiflik veya sorumluluk mu oluyor, yaşım kaç ki ve kaç yaşa kadar. Neden sürekli dürüst olduğumu belirtmek zorundayım?
 Kodumun zippoları ergenliğinde görmesi gereken dünyayı bugün görüyor. Birileri yeniden on sekiz hissedecek diye girdiğim bunalımlar.
 Artık kanımda bir bozukluk kalmıyor. Ben buna en kökünden yanıtı kalıcılaştırdım. Artık sinir dahi bozmuyor, kavga sebebi dahi olmuyor.
 İşte fark buradan geliyor. HİÇBİR hesabı sorulmadık mesele kalmıyor, ben her şeyi karşılıklı yaşıyorum. Dolayısıyla beni dönüştürmüyor.
 Olayı psişik boyuta çekmek istersek bundan haz duyarım. Bence de ateş olmayan yerden duman çıkmaz ve tarihte bilmem ama dünyada var böyle şeyler. Şimdi farkındayım bazı limitlerin ve kaldırıyorum, kaldırdım. Bunu daha önce hiç agresif kullanmadım. Nasıl yapacağımı da bilmiyordum, yapabileceğimi biliyordum da. Ekliyorum. Lanetliyorum.
 
 Bir zaman çizelgesi verdiğimi görüyorum.
 Gece yarısındayız.
 Ne oluyorsa, doğru sonuçlara varıyor, Eksiltiler, eklemelerle.

 Karışıyor.

 İlkokuldayım.
 Müzik öğretmeni bana bayılıyor, sınıfta sahne yaptırtıyor ben çekiniyorum. istemiyorum kiloluyum, kendimi beğenmiyorum, her lafa atlıyor olabilirim, söyleyecek çok şeyim var ama sahne istemiyorum. mesele görünüm mü yoksa bahane mi ediyorum bilmiyorum, aslında bunlar benim şakalarım değil ve bununla öne çıkmak istemiyorum. Kendimi bildim bileli defterler tutup kendimi yaratıyorum. Yalnız kaldığımda en sevdiğim şey bir kağıt alıp adımı yazıp ona özellikler doldurmak. ileride şunu yapacağım, bunu istiyorum, onu olacağım falan diyorum. Kendimi bulmak değil, kendimi olmak istiyorum, kendimi oldurmak. "Başkasının şakalarıyla çıkmak" bunu istemiyorum. "Olsun, diyor, henüz çocuksun böyle başlar idol alır yetişirsin rolmodel görmek önemli ilhamdır her yetenek öyle başlar" diyor. Öğretmenler gününde iki bin kişilik okula iki kere Cem yılmaz/demirer mix şakalar anlatıyorum. Etkileşime giriyorum. Sahneden herkese laf atıyorum.
 Sahneden her indiğimde yeni dostlarım ortaya çıkıyor kanka kardeş diye yanıma gelenler. Bunları tanımıyorum. Tipimle ilgilenmediğim zamanlar, facebook var, bazı kızlar aşkını itiraf edince şaşırıyorum, demek ki henüz ergenliğe girmedik ve hormonlar çalışmıyor diyorum yoksa tipime bakarlardı. Niye bu kadar komik ve akıllıyım bilmiyorum. Kendi şakalarımı bulacağıma yeminler ediyorum.
 Öğretmen Mediha Mehmet Tetikol İlköğretim Okulu. Seçmece bir grup ve öğretmenlerle, burayı yaptıran öğretmenlerin evine gidiyoruz. Kadın karşılıyor. Adamsa ölmüş. Üzülüyorum hemen kişisel bir soru soruyorum yalnız mı yaşıyor, yalnızlıkla nasıl baş ediyor diye bunu o an empatiden yapıyorum. 
Hayatını anlatıyor kızları gelip gidiyormuş. büyüyünce bana ayarlarmısınız diyorum gülüyoruz bu sefer espri yapıyorum, yanlış anlamayın şaka yapmak istedim diyorum. Seni biliyorum sen çok saygılı efendi çocuksun rahat ol diyor. Halbuki rol yapıyorum, arkadaşlarıma ne çektirdiğimi bilmiyor, ağızlarına pat pat sıçıyorum, durduk yere, ağzımdan güzel tek kelime çıkmadığı oluyor, zevkine gömüyorum. Nabza göre şerbet yapıyorum, burada onu seviyorum, Kırtasiyeci ablayı da seviyorum isteyince tatlılık yapabiliyorum, iyi, hoş zarif bir kadın. asil davranıyor. Yaşının ağırlığını ve gençkenki güzelliğini hissettiriyor.  Eşinden çok güzel bahsediyor, hasretle. sevilmiş bir kadın, belli, anlatacak çok güzel, çok fazla anıları var. Nasıl hatırlandığın sahiden önemliymiş diyorum. Çerçeveyi uzatıp gösteriyor, naif tatlı bir adam, kimseye zararı yok, belli, bazısının gözünden yüzünden okunuyor, bunlar idealist ve temiz insanlar, belki okul yaptıranlar içinde en temizi, en güzelleri. Mutlu, ilhamlı ve buruk çıkıyorum ordan.
 Keşke bende bir okul yaptırsam.
 Zamanla bu fikir Altın Çocuklar fikrine dönüşüyor, ergenlik civarları. Hep bu çok yönlü lakin kafası karışık, muhakkak toplum veya aile zorbalığına uğrayan çocuklarla karşılaşıp duruyorum. Bende bir umursamazlık var veya o pelerinden, ne bileyim, pelerini gerdikçe bendeki bir şeyi hafifletiyordur belki, kalıbına sığamayanlar için. Diyorum ki sorun yok, doğal, hepsi doğal. Hayat, neyse o. Bir şey örneklemeye çalışıyorum, belki de kendime ve bu rahatlatıyor.
 Siktir et, bozulma, devam et, boz.
 Sonra sayıları o kadar artıyor ki. Bir üniversite topluluğu istiyorum, pandemi giriyor. Yoo şart olmuş sermaye edinmek ve bu okulu yapmak. Felsefe-matematik köyü vardı Nesin'lerin, öyle ama generalist bir şey hayal ediyorum, sezonluk. Bir arkadaşım memleketinde geçirdiği bir yazdan o kadar berrak dönmüştü ki, bunu baz aldım. Cips yiyip boş lagaluga yapan herif, astronomi merakıyla, dopamin detoksuyla döndü. Şok ediciydi, yıldızları benden çok bilen birisi, uzanıp göğe baktık ve epey yakın bir mesafeye kadar bir meteorun yanarak geçişini izledik. Hayal etmekte sıkıntı yok yirmilerinde hangi anasından yeni çıkma erkek binlerce iş fikri düşünmemiş ki? Hiçbiri yapılmaz, defalarca denk geldim.
 Bu hedef. Uygulamadığım hiçbir şey olmadı.
 Burası tümüyle işlevsizleşti. Bunun katmanlarında tümleşip, çoğalması gerekiyor.
 İşte bence metaforize edebileceğimiz bir kimliği tanımladık. Bana sorarsan burada karşı çıkılan her şeyi bir kimlikle özetlemek çok mantıklı, az çekici, fakat çok mantıklı.
 Bencilliğin Kitabı da tamamlandı. Son sekmeyi bu aşıyla yazdım. Bir minik bilgi hapı.
 Ona da promosyonlar yapmak gerekiyor.
 Neyi anlatıyor, gerçek bencilliği tabii ki. Mesela en başta kendinin dünyaya sevgisini kırmamak için yapman ve yapmaman gerekenler. Kendini nasıl sakatlamazsın rotası, ne yapmalı etmelilere kıyasla, ne yapmamalıyı anlatıyor. Düşünsene o hissi kendine hayat boyu yasaklayabilirsin. Tabiatın kırmızı çizgilerini geçince, çevirmesi zor olabiliyor.
 Herkes bildiğini geçirebiliyor. Hem hayat boyu hep bencil dendiğim için de tatlı bir nükte katıyor. Bu doksan sayfalık bir mini e-book öyle edebi falan bir kitap da değil. Minik bölmelerle on başlıktan oluşuyor.
 Ha, bir kardeşim var lan benim, unutuyordum, mükemmel bir çocuk mümkünse benden daha az kopacak. Buna emin oldum, bu.
 İşte ona da geçen karakteri anlatıyorum, bildiğim her şeyin pozitiflerini ayırıp negatiflerini eleyerek geldim, onu aktarıyorum. Bugüne kadar bunu almayanlar bir şekilde sakatlar oldu hep.
 Onun ultra ulta bir özeti.
 Yani bakıyorum X'te vs. absürt e-booklar için hesap açıp birkaç bin takipçiye satıyorlar. Ne anlatıyor ki "Kendini bil" zırva kopyaları doksanlar kişisel gelişim furyalarının, METOT YOK METOT. Lan oğlum bu nasıl idealizm burada dünyaları yıkıp dünyalar yapıyoruz, bu da benim tasarımım, sizin boyalarınızı sevmiyorum diyoruz hiçbiriniz bu fikri vermediniz fikir adamı çulsuz adam sahiden.
 Bir çeşit sapıklık aslında, sahiden uğrak alıyor, oğlum niye bakıyorsunuz lan ben sizinkilere bakmıyorum, bayadır blog değil hiçbir halt okumuyorum, bakıyorsunuz niye yazmıyorsunuz ehehe.
 Bak bir yandan nostaljisini de koruyorum bunu evirir çevirir bir şekilde kendini tamamlayıp sonra arşivleyen bir şeye dönüştürürüm diye karar vermeme ilham olan herifler yarı yolda kapadı gitti. Yoksa bayadır yazacak bir şey de bulamıyorum lan, ıkına ıkına çıkıyor. Sembol oldu sembol devam ediyor.
 Demişken.
 Seneler önce fakülteye bir açılış dersi olmuştu tam yılı anımsamıyorum. Branşın ülkedeki kurucu öncülerinden ama Betül Mardin değil, ona ikinci geliyor, adamı hatırlamıyorum.
 Çok şeyden bahsederken, meraklarınız olsun zırta pırta, konuşacak şeyiniz olsun diye anlatırken bir örnek vermişti.
 Değerli taşlarla ilgili. Önceden çiçeklerin anlamlarına bakmıştım, keyifli olabiliyor. Bir iki tanesini anlatmıştı.
 Zümrüt mesela ümite güç veren anlamı da taşıyormuş bir yanıyla.
 O ara düşünüyorum zaten hiç iyi anlaşamadık kendisiyle. İlk aldığımda aylarca dokunmadım. Bir ara ışıkları kapayıp, odanın ortasına sandalyeyi çekip akorlara basıyordum. Meditatif. Bunu sonra Sherlock'ta görünce, hmm, demek ki yapılıyormuş demiştim.
 Ville'yi okuyorum, gitarına Sylvester adını vermesi hoşuma gidiyor. Hem çizgi filmden geliyor, tatlı nüans hem Rocky. Tatlıymış. Fakat kıskanıyorum benimkinin adı yok! O ara bazı geceler kalbimin kırılmasını önleyen bir şey varsa o da bu minik ahşap parçası. Peki diyorum ben uymuyorum bir yere ve kendimi bir tek ben besliyorum. Sana bu adı veriyim, hem kişisel envanterim biraz daha zenginleşir.
 Bu ahşap olmasa yapamazdım diyor. Yirmi yaşında Gone With the Sin'i yazıyor, tebrik ediyorum ben Empasta biralanıyordum yakışıklı piç, umarım ölürsün. Benim için blogdu gerçi.
 Bunun da adını değiştirdim.
 Amber.

 Trauma-dumping. Bitti. Rüyalar, rüyalar.
 
iki kabus gördüm. birinde bir masa var burada aile yemeği yeniyor. Mold. Zamanla vücutlar çürüyor, yemeğin yan etkileri. Sanki hipnoz ediyor. Yemek gibi uyku gibi anlarda saldırıyor.
minik bir yavru domuz gördüm saçları ak. yüzünü pasaporta gömmüş şişman bir oyuncunun tuttuğu bir kovaya doldurup doldurup susuzluğunu gideriyor. 
suçlamıyordum, artık suçluyorum.
iki kabus birbirini aynalıyor. birbirlerinin yerine birbirlerini itiraf ediyorlar benim ikiz orospu çocuklarım.
başkasına bakıp babasından utanıyor yükü o diyor.
ne kolay analiz. çat diye, demek biliyordun ve benimle paylaşmadın.
seninle hiçbir şey paylaşmıyorum.
kendi evlatlarının leşini yiyen zavallılar.
diyorum ki sıfırı gördüm rezilliği paylaşabiliriz ve beraber ünlenebiliriz, neden olmasın.
İran ve sinema alegorisi.
Dante, Sparda'nın oğlu, yarı melek yarı şeytan, ikisini de barındırıyor. Çocukken saçlarımı beyaza boyatmak istememin yegane sebebi, belki yaparım, dövmemi de nihayet seçtim zira sırf güzel diye boyamak istemedim, taktığım her aksesuar gibi anlamlı olmalıydı o da.
Dükkanı niye açtığını ve niye kendini şeytan avlamaya adadığını anlatacak olsa bize şöyle derdi;
iblisin oğluyum,
lakin,
bu günahlar benim değil,
bu suçlar benim değil,
bu utanç benim değil,
bu kendini bilemeyen duygu benim değil,
bu karabasanlar benim değil
bir zincir tren metaforuyla buraya çok şey yazmayı düşünmüştüm, vazgeçtim.
herkesin beyni ne yaptığını biliyor.
artık bende durmuyor.
nokta, sonsuza.

 N'aber,

 Ümit.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder