19 Aralık 2015 Cumartesi

Sözlerimi Geri Alamam

 Ölmekte bir adamım ben.
 Şu kısa ve geçirilmesi zorunlu vakitte (hayat en fazla bu kadardır) en mutlu dönemlerimiz aşk ile değil midir? Ve en mutsuzları da aşktan uzaktayken? Ölmekte birisin sen, bu kalpler bırakabilir atmayı her an.
 Niye kurulur adı konmuş olan yuvan? İşeyarar yanı hayatın zorluklarını bölüşmekte midir?
Sahiden kolay mıdır peki yaşam, bir görevken yuvan?
 Yoksa keyfi midir bütünüyle, sigaraya başlar gibi, bir başka yaşam atılmak. Ağır bir bağımlılık ki o kağıdı yırtıp atamamak. Yokluğunda öfkeye, krizlere kapılmak. Keyfe harcayacak denli yüksek mi maaşımız?

 Doğuştan gelenlerimizi karalamaya pek müsait bir zihniyetle yaşıyoruz. Bunun canı yananlarca ahlaken doğru hale getirilmesinden yahut içimizden gelmesinden emin olamayız. Lakin doğuştan yakışıklı, güzel olan bir kimsenin bununla övünmesini karalarız hep; başka yeteneklerini yüceltenleri de. "Doğuştansa övünemezsin"  Şu demektir : "Gurur duyulacak şey kendin kendine kattıklarındır"
Şu demek değil midir "İnsan, kendine kattıkları kadarıyla ölçülebilir" ?

O halde, doğuştan gelen bir kurum olarak aile ne kadar 'insan'dır?

O, iplemememiz gereken midir? Seçme olasılığımız olmamış olan.
Ölmekte bir kadınsın sen. Kalbin çokta uzun süre atmayacak.
O, zorunlu olan mıdır? Katlanılacak olan?

 Şu kısa ve geçirilmesi zorunlu vakitte en çok karşılıklı aşkla, en az karşılıksız aşkla mutluyuz. Hayatlarımız adına bu kadar belirleyici bir faktörün dildeki ifadesi ancak bu denli içi boş olabilir. Sahiden, günümüz kavramlarının elle tutulur yanı yoktur. Gülmekle ağlamanın birebir karşıt denmesi kadar ahmakça açıklamalardır yaşadığımız! Bilimi tutanların, yobazı kovanların dahi, bilimi reddettiğini görürüz burada.
 Lakin, temel alınacak dahi olsa, bilim, aşkı ancak; dokunarak dopamin üretme bağımlılığıyla tanımlayabilecek denli tekyönlü değil midir? (ve gün içinde, sığlığı tekyönlülükle ifade etmez miyiz çoğu vakit?)
Oysa bizler, en akıllı olduğu varsayılan canlı olarak, pek çok işi becerir değil miyiz? Örneğin şu dayatmaya bir bakalım.
Lisedeki bir sayısal öğrencisi, fizik, biyoloji, kimya, matematik, geometri ve edebiyatın (belki unutulan birkaç dersle daha) bütününden sorumludur. Maalesef ki bu başarılamaz değildir, insan doğası bunun altından kalkmakta, türünün binlerce diğer adayını eleyip birinci olabilmektedir.
Ve her biri, şimdi aksakallı fotoğraflarıyla tanıdığımız dayıların ömürlerini adadığı, yani en az birkaç on yıl üzerinde çalıştıkları dallardır. Evet, zamanında bir ömür verilen bilgiyi biz onaltılarımızda öğrendik! İnsanlık şimdi bebekliğinde bile, geçmişin olgunluğundan daha bilgilidir.

 Ama şu kavramları ve en çok da aşkı halledemiyoruz. Ahlak dediğimizde sanrılar, aşk dediğimizde stratejiler ve acılar geliyor aklımıza.
 Oysa hayat mücadele edilmesi gerek bir şey değil midir?
 Ve aşk, doğru ellerde, çokça kuvvetli bir silah değil midir yaşama karşı?
 Dikkat ettiniz mi, hayatın anlamsızlığına bir ömür kalem açanlar, tarihin en koca yalnızları olduklarından mı?

 Lakin o, asla ama asla yirmibirinci yüzyılın rastgeleliğine, tatlı düşkünlüğüne bağlı kurulup zamanla çıkar ilişkilerine dönenlerinden olamaz. Strateji aklın bedeni yaşamda tutmasına yarar, savaş sandığımıza da bir bakın!
 Kavramlar boşaltıldı, bedenler zevkten dört köşe ve yarın fazlasını isteyecek.
 Ama!
 Ruh alıkonamaz.

 Bizler ölmekte adamlar ve kadınlarız. Bu kalpler uzun süre yanmayacak.
Esirgemeyelim hiç bir mutluluğu kendimizden.
Birbirimizden.

 Ondan değil mi kimi zaman tiksintimiz her birimizden?
Bu bize dair bir yaşam değil ve artık pek azına nasiptir, veda notlarında birbirine katılanlardan sözetmek, yalnızca 'yaşayabilmeye' dair yorumlar düzülebilmek. Görülür ki, vedaları tarihi eser niteliğindedir bu yargıları koyanların, birbirlerini tanıdıkları ancak anıları kadardır.
 Artık ölçüt bambaşkadır. Ölçüt yoktur.

Yaşamayı bilmek.
Günlerce, aylarca tartışılacak konu.
Ve yaşamadan da bilinmeyecek.