14 Aralık 2016 Çarşamba

Şüphe

 Şüphe, benim sadık abim.

 Bu gece davetli değilsin.
 Zira bu gece baloya tereddüt kılığında gelmişsin ve bu en yüce günahtır.

 Çocuklar dünyanın gerekli tüm motivasyonuna sahip saflardır;
 Yaşlılar dünyanın gerekli tüm aklına sahip zayıflarıdır.

 Lakin ikisinin arasında, bir insanın olabileceği ve kavrayabileceği en görkemli dehanın beşiğinde bir delikanlı niçin yatağında tereddütü bulur?
 O delikanlının çağı hanımları ve onların yumuşak, sıcak tenlerini gerektirmez mi?
 Çalışmayı, yaşlılığının itibarını kazanmayı, toprağını paylaştığı tanımadığı arkadaşlarına yaramayı gerektirmez mi?

 Arkadaşlar, halen merak ettiğin şeyler, heyecanlanlandıran deneyimler, tatmadığın aromalar, duymadığın sesler, bilmediğin şeyler ve çoğu şeyden biraz biraz, bazı şeylerde de fazla fazla bildiğin şeyler olması, damak ve kulak tadın, paylaşabileceğin arkadaşların olması has dehadır.
 17'miz bizim en dahi geçirdiğimiz yıldı.
 Şimdiye göre daha az biliyor, şimdiye göre daha çok merak ediyorduk.

 Bilinmeyen korkunç olabilirdi, aynı zamanda heyecan da vericiydi.

 Bu neslin talihi her şeye hemen ulaşabilmeleri;
 Bu neslin talihsizliği her şeye hemen ulaşabilmeleri.

 Şüphe, benim sadık yoldaşım.

 Bana uğramayasın.
 Savaştığımız şeylere karşı dünyayı şöyle bir gezmende sakınca yok ve bu en yüce sevaptır.

 Dünya insanlığın yaşaması için gerekli her şeye sahip bildiğimiz tek satıhdır.
 Dünya ölümü uğruna gerekli her zehre sahip bildiğimiz tek gezegendir.

 Lakin ikisi arasındaki benzerliğin parçası bu delikanlı niçin yatağında tereddüt bulur?
 Onun çağı enerjisinden gelen kendine güveni, bir aslanın kükremesini gerektirmez mi?
 Öğrenmeyi ve gülmeyi, enerjisini harcamanın yollarını, nostaljiyi yarınlara saklamayı gerektirmez mi?

 Delikanlının talihi kendini tanıması.
 Delikanlının talihsizliği kendini tanıması.

 Naruto'nun kahramanlığı onun talihiydi.
 Naruto'nun kahramanlığı onun talihsizliğiydi.
 Zira bu denli takdir aramak ve güçlenmeye motivasyon bulmak için ailesiz büyümesi gerekmişti.

 Sasuke'nin yalnızlığı onun talihiydi.
 Sasuke'nin yalnızlığı onun talihsizliğiydi.
 Zira yalnızlığından güç devşiriyordu ancak asla birliğin kuvvetini tadamayacaktı.
 Sasuke arkadaşlarına nazaran epey serinkanlıydı.
 Bu yüzden asla birliğin kuvvetini tadamayacaktı.

 Naruto'nun aptallığı onun talihsizliğiydi.
 Naruto'nun aptallığı onun talihiydi.
 Ailesizliğinin boşluğundan pek çok arkadaş edinmişti.

 Şüphe, benim azgın oğlum.

 Sen tıpkı Sasuke'nin hedefini yok etmeden tükenmeyen kara alevi Amaterasu gibisin.
 Onu anlamsızlığa gömmeden yok olmazsın.
 Ancak seni bir silah olarak barındırmanın talihsizliği, senin dost düşman ayırt etmemendir.

 Hadi siktir şuradan.
 Bana adımı söyle.
 Şüphesiz sen de benim esirimsin.

 Şüphe, benim sadık yolcum.

8 Aralık 2016 Perşembe

Kelebek

 İskandinav coğrafyasının ikramı beyaz tenin/kremanın üzerine/yüzüne kondurulmuş iki çelik mavisi vişnenin renginde bu göğün dumandan karaltıları altında ışığı biraz aksak ancak hiç de imkansız gelmeyen yeryüzünün en haşin kışlarının taklidi bir soğukla başbaşa kaldığında şehir, soğuk algınlığının ona uzun vadede yol, su ve ekmek olarak dönecek gündelik işlerine devam edip etmemesine karar verip vermeyeceğine karar vermeye çalışıyordu. Bugün üşümemeyi göze almak yarın üşümek ve ötesine uzanıyorsa, en iyisi kalkıp duşunu almalıydı.
 Solucanlar toprağın altındaydı.

 Şehir tam vaktinde metrolardan, minibüslerden ve özel araçlarından boşaldığında kendinizi görebileceğiniz kadar birikmiş sudan minik göletler, çatlak asfalt ve oradan sızan solucanlarla tanıştılar.
 Belkide solucanlar yüce kaçışlarını deniyordu, yoo, bunun için fazla sessizdiler.
 Sırasında kargalar halen şehirde konaklayan ağaçlardan duyuldular.
 Belkide kargalar solucanların kaçışını destekliyordu, yoo, bunun için fazla gürültülüydüler.

 Şehir sanki bir video oyunundan komuta ediliyor gibi düzenli ve çevresine bakma gereği duymaksızın işine, okuluna doğru uygun adım yürüyordu.
 Simler masalarına, sıralarına oturdular.
 Başlarında çalıştıklarını belirten simgelerle bezeli düşünce balonları belirdi.

 Balonlar yemeklerle dolduğunda bir süreliğine serbest kaldılar.

 O sırada hayat çaylar, sigaralar ve özgür sohbetler kesildi.
 Bugün sohbetin rengi pek acayipti zira bir çaylak katılmıştı Simlere. O bu hayata pek bir körpeydi, saf da demişlerdi.
 İşten, çalışıp tatil kazanmaktan, geçen tatil gidilen deniz kıyılarından bir çatlak açılınca bir tırtıl gibi sızıverdi:
 Onlara Simlere benzeyen sabah yolcularından, asfalt yüzlü eli çantalılardan, salt sesi kısılır ya da kesilir korkusundan ağzını açmayan çekiniklerden, ruhunu yansıtmak için vücudunu gece rengine boyayan ve bir gece olan vücudunda kızıl bayraklar gibi salınan saçlarını korumak için güzelliğini asla paylaşmayacak kadınlardan, bayideki yüzü yalnız üniversiteli kızlara gülen amcadan, ağzından sigarası eksik olmayan belediye işçisinden bahsetti, her sabah aynı köşede karşılaştığı, daima süpürecek bir şeyler bulan, ağzından sigarası eksik olmayan o çöpçüden.
 Şaşılacak bir sessizlik yarattı bu sözler, gürültüsü ağzından asla eksik olmayan şehri suspus etmenin yolu bulunmuştu. Öyleyse o yoldan sık sık gitmeliydi!

 Şehrin her yanını bir düşünce ve keder sardı. Derince soluklandı.
 Solucanın biri yalnızca çatlağın etrafında dolaşmama kararı almışa benziyordu.
 Sırasında kargalar halen şehirde konaklayan ağaçlardan duyuldular.
 Şehir nefesini verdi: ''Eee?''

 Gürültü, öğle molasını bitirmişti.

 ''Bunlar niye şimdi ağzından dökülecek kadar ilgini çekti?
  Bir tatil çok daha ilgi çekici değil mi?''

 ''Zaten senin olan vakti bir başkasından geri almak için aylarca zaten senin olan vakti bir başkasına vermek pahasına mı?''

 Şehrin dumanlı göğü artık bir fabrika bacasını andırmaya koyuldu ve orada şimşekler de yerlerini aldılar.
 İlk yıldırım halen şehirde konaklayan ağaçlardan birine düştü.
 Bu sırada solucanın biri halen şehirde konaklayan bir ağacı gözüne kestirdi.

 Şehir pek bir şahane olan pratikliğine başvurdu, şemsiyesini açtı.

 ''Fakat o kadın saçlarını niye açmalı, niye saçmalı, o çöpçü mutluluğu sigarada değil de nerede bulmalı, bayideki amca kendi beğenisine göre davranmamalı mı, ne yani, çekinik dediğin 'bireyler' konuşsalar da sesleri mi kısılsa, işe giden adam en mutlu ruh halini mi kuşansa, sen sabahları eğlen diye sabah erkenden yapacak şeyleri olanlar sırf sıradan olmamak için en dağınık biçimde dans ederek mi yol alsınlar?''

 Böylece güneşten birkaç damla sisi deldi, sis ve keder perdesini aralayan altın damlaların ardından şehri bir gülme aldı.
 Kendi ağacını arayan solucanın peşindeki diğerleri kargalardan birinin atılmaya hazırlandığını görünce salt asfalt kesildiler.

 ''Fakat'' dedi.

 Solucan ağaca varmıştı.

 ''Siz şehrinizdeki komşunuza mutluluk, kulaklara ağız, sıkıcılığa neşe, rutine farklılık, görevinizin bir gereği olarak herkese torpilsiz olmayacaksanız ne işe yararsınız?''

 Şehir birdenbire kederlenmemişti, bu tuzlu su da yalnızca asfaltta biriken yağmur suyundan ibaretti.
 Güneş kaskatı kesildiyse, artık ışık hüzmelerini damlatmıyorsa bu bulutların fazlalığındandı.
 Şehir hep aynıydı.
 Ona yalnızca ayna tutulmuştu, o kadar.

 Tırmanan solucan bir heyecan vaat ettiğinden onu izleyen ötekiler duramamış, peşi sıra koyulmuşlardı.
 Ne ki, yıldırımın canını aldığı yoldaşlarını da hatırlayarak karga büyük bir öfkeyle atıldı.

 Gülüş çay bardaklarında geziverdi.

 ''Körpesin sen daha.''

  Birkaç solucan gıkını çıkaramadan karganın midesinde sindirilmişti bile.

 Düşünce balonları böylece arkadaşlığın saatlerinden arda kalan tebessümlerle birlikte iş tümceleriyle dolduğunda, herkes işine geri döndü.
 Evraklar, dinlenilecek nutuklar, yapanı kesinlikle ilgilendirmeyen yazışmalar vesaire.

 Şehrin gündemi tekrar yerine oturduğunda nihayet kargalar beğendikleri sesleriyle gürleyerek gülüştüler ve orantısız güçleriyle kalan solucanları da mideye indirdiler.
 Birkaçı bir olay mahalli kurarak, asfaltın çatlağı etrafındaki solucanların da güvenle toprağın altına dönmelerine yardımcı oldular.

 Bir solucan halen hayattaydı.
 Ağaca ulaşmış ve ağacın gövdesini yarılamış olan solucan elbette.
 Kargaların kimi aşağıdan kimi de ağacın zirvesinden onu izliyorlardı. O şu anlık dokunulmazdı.
 Birkaç sebebi vardı.

 Hem yerden yüksekliği plazalarınkine denk gelmeye başlamıştı ve talihsiz solucanların aksine, kendi gündemiyle meşgul bile olsa herhangi işçinin gözü önündeydi, hem de hiçbir gaga onu kapamazdı. Zira böylesi bir hamle karganın kendine yapabileceği en büyük kötülük olmakla beraber bizzat ağacın kendisine de zarar verirdi. Böylesi bir zarar, başka bir şehirde hüküm süren daha büyük bir çınarın dallarında konaklayan daha büyük kargalarca hiç ama hiç hoş karşılanmazdı.
 Hem de hiçbir karga repertuarında ağaçtaki solucanı yemekle ilgili bir melodi yazmıyordu.
 Kelebekle ilgili pek çok vardı, zira kelebekler sahiden epey güzellerdi.
 Kargalardan çok daha güzel.

 Bu yüzden doğruca mideye yollanırdı.

 Ayrıca en tepedeki karganın doğrultu olarak ona doğru tırmanan (elbette neyle karşılaşacağını bilmeden) solucanda gördüğü bir şey ona merhamet etmeye itiyordu yüreğini. O da böyle başlamıştı, kargalara kafa tuttuğunda takdir ve rütbe kazanmıştı.
 Solucanın da bu talihi yakalamasını ümit ederek bekledi.

 Beyaz ve dumandan bulutlar yorgunluk duşları halinde şehre inip aşağıdan gökdeleni ve gecekondusuyla bütün bir şehrin siluetine gecenin sarılışını izlediler.

 Gün sonunda herkes akşamın perdesi çekilirken yolunu tuttu.
 Burunlar akmış, kulaklar kızarmıştı ancak yine de yarınların ekmeği güvence altındaydı. Şu patron ne cömert adamdı.
 Yalnızca sabah erken kalkmak karşılığında ne çok para, ne çok tatil ve yol ve ekmek ve su veriyordu.

 Yalnızca o çay bardaklarına o gülüşleri bırakan o kişiler akşam uyuyamadılar ve sonraki gün şimşek tarafından kül edilmiş kargaların temsili cenaze törenine katılmadılar.
 Körpe kargaların törenine gitti ve önceki sabah gördüğü solucanların niye yerinde olmadığını sorguladı. Birisi ona 'temizlendiklerini' fısıldadığında ona sesinin pek bir karga olduğunu söyledi. Bu deyim halen çirkin bir mana taşıyordu ve adam darılıp onun yanından ayrıldı.
 Biraz daha hareket alanı bulmuş olan körpe solucanların niye bir cenaze hak etmediğini sordu durdu.
 Kalabalık dağılırken körpeye verebildikleri tek yanıt omzuna usul dokunuşlardı.

 Azimli solucan geceyi ağacın çatlaklarından birinde geçirmişti. Bulunduğu yer kargaların törenini görebileceği kadar yüksekteydi.
 Üzülmedi.

 Devam etmeye koyuldu, henüz yolun yarısındaydı ve yolun yarısına gelmiş olmak bile tüylerini başarmış olmak hissiyle dikeltiyordu. 
 Yolun yarısı bile ne çok ilham ve ne çok katliam olmuştu.
 Kimse başka yollara hoşgörülü değildi.

 Tırmandı ve tırmandı.
 Asfalt onarıldı, solucanların göğe erişimi engellendi, güneş zaman zaman şehri altınıyla yıkar oldu.

 Sabah yolcularının rutininden hiçbir şey eksilmedi.
 Sabah yolcuları o ağacın dibinden pek çok kez geçtiler ve ağaca tek bir kez bakmadılar.
 Sabah yolcularının en meraklıları ağaca pek çok kez baktılar ve salt bakırdan kabuk görüp, salt karga sesi duydular.

 Solucan bir karanlığın içinde ancak iştahından ödün vermeden yürüyordu.
 Görülmüyordu, alkışlanmıyordu.

 Tek bir motivasyonu vardı, tırtıl kardeşinden aldığı öğütle dallardan birine kozalanmak.

 Böylece şehre güzelliği ve rengi hatırlatabileceğini düşünüyordu.
 Böylece şehre kelebeği hatırlatabilirdi.

 Bir günlüğüne.

20 Kasım 2016 Pazar

I- Sarmayan Derbi

 ''Bugün derbi var izleyelim mi?''
 ''Yok.''
 ''Olum maç Kadıköy'de eğer cimbom yenerse acayip olay olur.''
 ''Ne olur?''
 ''Ortalık yıkılır en iyi ihtimalle.''

 Ters köşe durumları seviyoruz.
 Birisi kendi kalesinde topallayacak olsa hoşumuza gidiyor, güçlüleri izlemeyi seviyoruz.
 Güçlülerin zayıf anlarını görmeyi de daha çok. Gözümüzde büyüttüğümüz o karizmatik auranın bir ya da birkaç anlığına bizim gibi zayıf, etten ve kemikten, kırılabilir olduğunu gördüğümüzde bu müthiş keyifli oluyor.

 En konudan alakasız adam ve kadınları bile kendine çeken bir gösteri bu. Spor, rekabet, taraftarlık değil.
 Konu da spor, rekabet, taraftarlık değil.
 Yıllardır konum ilaç, kendi ilacım.

 Büyük şeyleri seviyoruz.

 Erkekleri büyük beğeniyoruz, kadınları büyükse kovalıyoruz; mevkiyi çekici kılan ne kadar kişiyi küçük düşürdüğü oluyor, ne kadar adam ve kadın o mevkinin hizmetindeyse koltuk o kadar büyük oluyor zira.
 En keyifli tabak, her şeyden çok çok, yani sayıca büyük konduğunda oluyor.

 Bir şehri büyük kılan, onun büyük binalara sahip olup olmadığı mesela. Devasa gökdelenleri olan, büyük şehir adını almaya layık görülüyor.
 Bazı şehirler de 'büyük şehir' sıfatının getirilerine kıskandığı ama gücü o kadar büyümeye yetmediği için, nüfusunu çoğaltıyor, sayı olarak büyüyor.
 Bir hile ancak işe yarıyor.

 Büyük şeyleri seviyoruz.

 Bilmiyorum kaldı mı ama bazen, bazı kişiler birbirini sevdiğinde birbirine kocaman peluş ayılar hediye ediyorlar. Minik olanı beğenilmiyor (?) ya da zaten sevgiliye hediye sınıfına girmiyor.
 Büyük arabaları reklamına koyan dondurmalar bir anda en çok satan ve en prestijli oluyor, büyüyor.
 Çoğunluk herhangi zamanda yüzüne bakıp düşlere, düşüncelere dalmıyor, hayatının kararlarını onun ışığında değerlendirmiyor ancak bir gece büyük olmaya karar verdiğinde, Ay bile herkesin ilgi odağı haline geliyor.
 Pekala, hileli bir örnekti...

 Ama beni anlıyorsun, büyük şeyleri seviyoruz.
 Ne olursa olsun, büyük düşüşler, büyük yükselişler, büyük hikayeler, büyük kalçalar, büyük kolyeler, her büyük yanağı ayrı ayrı seviyoruz.

 Bu 'büyüklük' fetişi niye bizimle bilmiyoruz ancak nasıl olduğunu biliyoruz. Kodlamalarımızdan biri olmalı.
 Boş bir levha geliyorsak da, bir levha olarak geliyoruz. Bir şey olarak, geliyoruz. Bir şey.
 Levhayı dilediğince renklendirebilir, şarkılaştırabilir, boyayabilir, çizimlendirebilir, istersen ömrünün her gününden birkaç saat ayırıp her günlük gazeteyi kaydedebilir, tüm klasikleri, tüm insanlık tarihini, doğabilime dair öğrendiğin her şeyi, sevdiğinin doğum lekesinin genişliğini, doğacak kızının günümüz dünya ve ülke şartlarında nasıl bir zihne sahip olması gerektiğine dair sorularını, Afrika'daki bekaret ritüellerini, iglolara misafir olan erkeklere eşini ikram eden kabul olunmazsa küsüp darılan eskimoları yazabilirsin ya da herhangi sınırsız absürt, sınırsız komik, sınırsız trajik şeyi ve bilgiyi.
 Ancak yazıp-çizdiklerin en nihayetinde levha kadar olabilecektir.
 İşte insanın büyük resminin sınırı, levha, bizim ancak dizginleyebildiğimiz kısmımızı temsil eder.
 Vahşi doğanın bir hatırası.

 Savaş, kan, soğuk, strateji ve ölüm ve kalım. Korku ile endişe. 
 Tüm o karanlık zamanlardan bir şekilde hayatta kalarak çıkmış ve bize de kalmıştır içimizin bir parçası. 
 Hanımlar beyler, bizler dar eleklerin eleyemediği tohumlarız.

 Yine de tarihimiz bizi ondan koşar adım uzaklaştırsa da, o yine arkamızda.
 Ve sana yemek yemeni, su içmeni, işemeni, seks yapmanı bağırarak geliyor arkandan.
 Öğrenerek ya da yaratarak kendine katmadığın, default olarak fabrika ayarında mevcut kodlamaların sahibi.
 Levhanın ta kendisi.

 İşte, özgürlüğünün bittiği bu köşede onunki başlıyor. Büyük çerçeve.
 Senin karalama tahtan ancak bu çerçevenin haricinde kalan kısımlar oluyor. Kısıtlı ve neredeyse köle bir özgürlük.

 Yoldayken bir anda girilen öyle bir çıkmaz ki bu, bir büyük çelişki gibi geliyor kulağa.
 Öyle bir paradoks ki, heyecan uyandırıyor.
 Büyük bir ters köşe işte, kozmosun her köşesinde bulduğumuz gibi.

 Büyük şeyleri seviyoruz.

 Bu da kodlamalarımızdan biri olmalı öyleyse. Ancak nasıl bir anonim yazılım ki ne kaynağına dair kesin bir söylenti yayıyor, ne de kodlarını paylaşıma açıyor.
 Kodlarla oynayabilsek amma eğlenirdik değil mi?
 Ki yavaş yavaş oraya geliyoruz, genetik bilimi ilerliyor.

 Yaa, büyümeyi ve büyütmeyi de seviyoruz.
 Büyüklük hoşumuza gidiyor, çünkü bazen bizi geliştiriyor.
 Bazen en keyifsiz düşüşlere sebebiyet veriyor.

 Çünkü levhada bir tuzak boşluk var.
 Evet anonim yazılım sahibi kasten bir mizah bırakmış buraya. Sonsuz büyümek istemiyle alakalı ve tüm büyüklük fetişistleri için.
 O boşluk, gerçekliğin ta kendisi. Onu bulup, kendine tekrarlayarak öğretmen gerekiyor.
 Fabrika ayarında yok.

 O senin büyük şeylere özenmenin tek sebebi.
 Büyük şeylerden keyif duymanın, belki de keyif duymanın tek sebebi.
 Bu senin kodlaman evet, fakat kodlamana format atan bir gerçeklik var ve hiç kolay olmadığı gibi bütünüyle gerekli bir çekimi kütlenin.

''Bir bombadan gürültülü olabilir misin?''
 Sahiden, senin en devin kendi ömrünü yenebilir mi?
 Sahiden, senin en büyük silahın seni yok etmek dışında bir halt eder mi?
 Senin 'büyüklüğün' bile bir düşünceden, birazlık elektrik akımından ibaretken üstelik.

 Büyük şeylere aşığız, küçük olduğumuzdan olmasın sakın?

 Yürüyebilen ete sarılı kemik torbası.

 Takım elbiselerin, parlak küpelerin, alışkanlık haline gelen maskelerin günün sonunda aynaya baktığında hissettiğini değiştirmiyor. Mide bulantısı.
 Çünkü estetik bir hayvan.
 Aslında kendine ait olmayan renkleri ve kumaşları, hem kendini hem herkesi kandırdığına inanarak, bedenine sararak olduğundan büyük ve güzel görünmeye çalışan bir sahtekar.
 İşte insanın büyük resmi bugünlerde böyle görünüyor.
 Her yönüyle, çerçevenin içinde.

 Ah henüz yola çıkmaktayız, bu birinci durak.

 Sıradaki istasyon:

 Peki aslında maskesi olan tüm o ona ait olmayan güzellikler ve güçler, bunlar uğruna verdiği emeği gösterdiği için değerliyse?

13 Kasım 2016 Pazar

Sarhoş Kanatlar

 Toplantının birindeyken sallanarak biri geldi.

 İçimizden kağıtlar ve temsillerine dökülen cümlelerimizi okuyor, üzerine düşünüyorduk. O an bir tek mumumuz eksikti.

 Garabet, o sarhoş kendi üslubuyla bize katılmak istediğini belirttiğinde parladı az önce kalbini paylaşanların gözlerinde.

 Onun bizimle ne işi olduğunu, bizim bir amaçla burada olduğumuzu, belki hayatımızdaki tek 'hayal' olduğunu düşündüler.
 Hatta yanımızda, kanında bi'kaç şişe birayı muhafaza edenler de vardı, adamın gözlerindeki esrarı gördüğünü söyleyen.

 Adam, çevresindeki tüm kalp ağrısı ve mide bulantısına rağmen yanımızda durdu ve daha sonra edebiyatımızın akli yansıması birkaç paragrafın dile gelişiyle sarmalandı, sırtına sıcak battaniye örtüldü.
 Elbette yüz biyografisi yaşamındaki romanlarca derde işaret eden bu adamı birkaç cümle sıcaklık ısıtamazdı.
 Lakin burada, kaderin bizi onunla buluşturduğu odada sanki gölgeler kadar aydınlık da yankılanıyordu.

 Ve kim bilir, belki bir kelebek etki ediyordu.

 Ve ilk, yankı odası öğreniyordu.

 Lakin burada, kaderin bizi bizimle buluşturduğu noktada, her kelebek kendi kanadını çırparken, kimse kimsenin kanadına karışmazdı.

 Bir okyanusa etki edemeyecek olansa öteki kelebekleri çağırıyordu, böylece bir etki gerçekleştirebilirdi.
 Ancak hiçbir kelebek bir günlük ömründe öteki kelebeğin dileği için gücünden harcamazdı.
 Fakat bir arada olmadan da mutlu olamıyorlardı.
 Mutluluklarına engel, nereden çıktığını bilemedikleri gururlarıydı.

 Böylece aslında olmayan bir şey akıl edildi ve onun uğruna kanat çırpıldığında ne güçsüz kelebek kendini yetersiz ne de öteki kelebekler kendini kullanılmış hissetti.

 Gün sonunda beraberce öldüklerinde bunu kendilerinden yüce bir şey için yaptıklarına inanıyorlardı.
 Tekrar toprak olana değin ki süreçte fikirle gelen güçsüz kelebekle aralarında madalyalar, plaketler, onurlar ve tarih kitapları kadar fark olduğunu farketmediler bile.

 Dalga mı? O dindi ve okyanusta hiçbir iz bırakmadı.
 Tarih kitaplarının soyu ve değeri de kelebeklerin ömrüyle beraber kırıldı.

 O halde niye yapıldı?

 Aslında orada, sarhoşun ve yargıcın bulunduğu odada olan da bu yüzden bir mana taşımıyordu.
 Kimse kimseyi suçlayamazdı.

 Vicdan koca okyanusta bir büyük dalga olabilirdi, artık değildi.
 Vicdan; onu duyarak, okuyarak yahut görerek öğrenenler gittiğinde, artık yoktu.
 Her dalga gibi o da dinerdi.

 Zaten dinene kadarki süreç önemliydi ya, o sırada da korku öne geçerdi.
 Vicdan, korkunun bir asistanıydı.

 Oysa korku başlı başına bir aktördü.

 Televizyonda izlediği savaş haberlerine 'vicdan duyan' adamla kadın ne düşünüyordu?
 ''Ya başımıza gelirse'' mi?
 Bilim haklı olabilir miydi? Empati yalnızca savunma mekaniğinin -birkaç hücreden yapılı- bir çalışanı mıydı?

 (Kim olursa) O kimsenin yanı başında (ne olursa) olduğunda her şeyden önce kendi için korku duyması bundan mıydı?

 Ne yani, tüm ahlak ve erdemler yalnız bir kişi için miydi?

 Ben için?

 Teşekkür ederim.

3 Kasım 2016 Perşembe

Üstün Irk

 İlk peri ve ilk kıl yumağı yeryüzünde yürüdüğünden beri milyar yıllar geçti, atalarımızın korkuları bugünümüzün alayı haline geldi.

 Benliğinin bildiği ve bilmediği, anladığı ve kestiremediği yönlerinin hepsini kullanarak -aslında farkında olmadan kullanarak- hayatta kalmayı başaran ilk periyle kıl yumağından bugüne değişen şudur ki; periye peri demeyen, kıl yumağı olmayı reddeden yığınlara karşın 'hayatta kalmak' başarısının 'hayattan kurtulmak' a dönmesidir.

 Dinozorlar tahtı kaybetti, tüm diğer avcılar ve yabaniler görkemli zekanın karşısında çaresiz bırakıldı, sığınak olarak kullanılan ağaçlar ağaç gibi kullanılan evlere dönüştüler ve işte nihayet 'vahşi' doğa yenilmişti.
 Lakin bu masalın konusu gereğince, sahnelenecek oyunu oynayanlar değişse de roller aynı kalmalıydı. Senaryo hep aynıydı. Bir av ve bir avcı, bir yakan ve bir yanan, bir doğan ve bir de ölen ve benzeri karşılıklar -buna zıtlık da derler- olmak zorundaydı.
 Böylece doğada boşalan tüm duygu, rol ve kavram koltuklarına yeni egemen ırk olan İnsanın oturması gerekiyordu.

 Böylece periler ve kıl yumakları ordusu Dünya'ya yayılmış hallerine birkaç modern çözüm bularak medeniyeti kurdular.
 İçerisine açtıkları okullar, bakanlıklar ve hükümetler bir anda öyle düzenli, öyle sıkıcı oldu ki ne yapacaklarını bilemediler.
 Hayatı boyunca bir şey için çabalayan ve nihayet elde eden adamın düştüğü boşluğu bilir misin?

 Böylece kendi halihazırda ayrılmış olan içlerinde minik patlamalara giriştiler. Ne bir supernova ne bir karadelik kadar kuvvetli ya da gösterişli olabiliyorlardı ancak deniyorlardı. Savaş diyorlardı adına lakin 'hırs' diyen bilgeler de vardı. Zaten savaşmadan duramıyor, barışçıl kimseleri de bilge ilan ediyorlardı. 
 Sahiden bu ırkın çoğu bilgelerinin yanında çocuk gibi kalıyorlardı. 
 Doğrunun öğüdünü alan bir oğul, babasına nasıl anlar da kabullenemez, öyleydi.
 Neyin gerekli olduğunu bilen bir çocuk nasıl sırf öğüt olarak aldı diye, aksini yapardı, öyleydi.
 Ya da düzeni o kadar yetişkin bulurdu ki çocuk zekası onu anlamsız, gülünç ve komik çabalara iterdi.
 Sahiden bu ırkın çoğu dışarıdan bakıldığında skeçlerle dolu, bir şaklaban tiyatro hanesiydi.

 Ama hiç sorun değildi, zira egemen bir kuvvet olan 'az' kanunu burada da işliyordu.
 Nasıl milyonlarca yıldız, bir galaksi ediyorduysa; gezegenler topluluğuna bir yıldız düşüyorduysa; onlarca uydu yalnız bir gezegene aşık oluyorduysa; kıtalar arasından yalnız biri en kuvvetlisi; topluluklar içinde biri iktidar ve nihayet her kalabalığa ancak bir lider gerekiyorduysa, eh, beni dinleyen öyküdaşlarım, işte bu ırka da yalnızca birkaç beyin yani bilge yetiyordu.
 Kalan çoğunluk yine şizofren vücudun kalan akılsız uzuvları gibi bir başına çalışmaya devam edebilirdi.

 Zamanla medeniyet ilerledi ve nihayet perilerin güzelliği, insanın ömründen çalan ancak bir kısım kişiye ömürleri tükenene dekki süreçte kâr sağlayan maddeleri kitlelere satmak için kullanılmaya başlandı.
 Buna reklamcılık denildi.
 Kâra da para.
 Daha sonra güzel olan ve ele geçen her şey, kâr yolunda kullanılabilir oldu.
 Zamanla medeniyet ilerledi ve nihayet kıl yumaklarına, kılın iyi bir şey olmadığı öğütlendi.
Kendine ve çevresine estetik çerçevede saygı göstermek isteyen kıl yumakları, yüzlerini ve vücutlarını traş etmelilerdi. 
 Böylece çekidüzen ihtiyacını kıllara odaklayan insanoğlu, kalan her alanda bir hayvan gibi davranan jilet gibi erkekleri elde etti.

 Fakat, fakat, fakat...
 Yetmezdi.
 Zira medeniyet can sıkıntısını yenmeyi gerektirirdi.
 Ve en heyecanlı şeyler hayvansı yanımızdan geliyordu.
 Bu yüzden çekidüzen ve medeniyet gibi 'insansı' arayışları icat ettiği estetik fikriyle aradan çıkartan insanoğlu daha heyecanlı bir yaşamdan bir adım uzaktaydı.
 O da hemen çözüldü çünkü artık zekasını doğadaki hırçınlıklarla savaşmak için kullanmasına gerek kalmayan İnsan, kendi hayvanlığı körükleyecek pornografiler ve şiddetler icat etti.
 Gelişen teknolojisiyle bunu birleştirdiğinde çoktan hazırdı düzeneği.

 'Az' bir kısım, komfor, zevk ve sonsuz kâr edinecek.
 Çoğunluk, kanalize edilmiş maneviyatı sayesinde, az kısma kazandırmak uğruna savaşacak, belki ölecek.
 İkisinden de olmayan bilgelerse çoktan kurulmuş düzeneği ancak gözlemleyebilecekleri ve dokunamayacaklarından ötürü, doğada boşalan melankoli yatağına uzanacaklardır.

 Böylece kimse işsiz kalmamıştır.
 Güzel ruhlara acılar, güzel bedenlere komfor ve zevk atanmıştır.

 Yine de unutmayalım bu ırk, neyin gerçek olduğunu ve neyin kendine iyi geldiğini çok iyi bilmektedir. Asla aptal değildir onlar.
 İçindeki kaosu keşfedip, bu kaosu bir düzene aktarabilen yegane canlıdır insan.
 Tıpkı evren gibi.

 İşte bu yüzden o ırkın üyelerinden kimi bu gerçeği yanına alıp zaferden zafere koşarken, kimi de hayallerine yapışıp kıpkırmızı kesilmişlerdi.
 Kırmızı, insanın ruhunun bir temsiliydi ve gerçekti.
 Ancak kırmızı asla o hayallerin temsili değildi.

 Onların kırmızısı insanın gerçeğine aykırıydı.
 Nitekim gerçek kırmızı da insanın ruhuna aykırıydı.
 Yine de dünya, mor iplerle dizginli kırmızıdan yapılmıştı.

 Yani;
 Düzen halinde kaos.

 Bu çelişkiden ancak bir eğitim sistemi çıkabilirdi.
 Zaten bilgeler de buna imtihan demekten geri kalmamışlardı.

 Bir tek bunun aslına asla ulaşamayacaklardı, işte sahnede dönüp duran oyunun heyecan verici kısmı buradaydı.
 Tahminler yokuşa, bir rolü ya da şeyi sevmek hoşa ama boşaydı. George R.R Martin'den daha acımasız bir ters köşe arzusuna sahipti zira bu oyunun yazarı.

 Her şey bir yana, şapkalar aşağıya.

 Her şeye rağmen kendini izlettirmeyi biliyordu zira.

 Nokta.

5 Eylül 2016 Pazartesi

İyi Uykular

 Bir oğulun hırlamalarıyla veda ediyorsun kalene, yeni teknoloji hayvanlığımızı körüklüyor
 Bir oğulun nostaljisiyle karşılaşıyorsun meydanda, yalnızlık arkadaşlığımızı körüklüyor
 O oğulla beraber hırlayıp veda ediyorsun birbirine, günümüzün yetiştirdiği beyinler günümüzün dünyasını sevmeyebiliyor

 Geçmişinden bir kare buluyorsun vedandan biraz önce, içi dolu ve sarışın, nasıl da oturuyor orada
 Bir zamanlar kendi etim kadar tanıdık gelip sıradanlaşan yüzeyi şimdi ancak bastığım kaldırım taşı kadar sıradan

 Ve eski dostlar
 Ve eski aşklar
 Ve anlayamaz kalpler, hepsi olup
 Evine giriyorsun

 Sarındığı pikesinden küçük bir kafa niye uyuyamadığını anlatıyor, adını hatırlatıyor sana
 O an o, sadece güzel
 Son bir saatini teknolojisiz geçirmişe benziyor
 İyi geceler.

 Şu yıldızlı gökler, ne uğruna dönüyor
 Ve eski yurtlar
 Ve eski laflar
 Ve anlaşılmaz kitaplar
 Yatağa giriyorsun

 Belli kereler uyuyup uyanınca, sonsuz ve başsızlığa yatıyorsun
 Okuduklarından rüyalarına giren tüm adamlar ve kadınlar gibi.
 Yalnızca zamanın kendi kısmına, tanık olmaya

 Ve he diyen kafan
 Sonlu bir sonsuz ve başsızlığa dalıyorsun

 İyi geceler

11 Ağustos 2016 Perşembe

Fanatizm

 Deneyi yapılabilir olduğu sürece bilimsel sayılan yargıların araştırılması olarak bilim'in bir müridi olan kimsenin, sözleri ve fikirlerinde hatta kalan yaşantısında da bu deneyselliği devam ettirmesinden olağanı yoktur.
 Ancak bizi bilime teşvik eden ve bilim gözüyle evrende neler görebileciğimizi ve görmemiz gerektiğini de anlatan, bizi uyandıran Science Guy yani Bill Nye, nasıl oluyor da görüşünü belirtirken mevzubahis görüş hakkında hiçbir şey bilmediğini belli eden akıl yürütmelerini medya aracılığıyla tüm dünyayla paylaşabiliyor? Yoksa bu adam bizimle paylaştığı öteki bilgiler ve perspektiflerde de benzer bir baştan savmalık belki de bizzat yanlış yönlendirme maksadı taşıyor olabilir mi?
 Yoksa dokuz doğru bir yanlış politikası ile sahiden, bir şey öğretmek için değil fakat yalnızca bir şeyi karalamak adına epey doğru gözüken bir eğitim veriyor olabilir mi?

 Bu acımasız teorilere katılmıyorum, belki katılmak istemiyorum. Bilimin ömürsüz ve sonsuz öğrenciliğinin bir parçası olduğunun bilgisini veriyor bize belki Bill bu hareketiyle ve diyor ki:
 "Ne kadar profesör, ne kadar şaşalı, ne kadar eğlenceli, ne kadar bilge durursa dursun bilmediği şey olabiliyor insanın! İnsan yanılabilir/bilemeyebilir, hem de insan olduğu için!"

  Her ne kadar son zamanlarda Hollywood'un algı operasyonları analiz edilebilir hale geldiyse, dış basının Müslüman ve Türk dünyasını tümden terörist olarak sunması göz önündeyse de, unutmayalım ki bu kavga yüzyıllara, bin yıllara dayanır hem de amma kanlı yıllara. Akan kanın tek sebebi de iki tarafın birbirini anlamaması, daha doğrusu, hiçbir vakit anlamak istememesidir. Eh elbette savaşı başlatanların üstünü örtmeyeceğiz, onlar iki tarafın da bakış açısını, iki taraftan da bağımsız olarak kendi hırslarına nefer bulmak amacıyla bükmüşlerdir ve tarih onları bugün hala süren Kilise-Bilim savaşı olarak yazmıştır.
 Yine her ne kadar şimdilerde Vatikan'ın bu savaşın sebebi ve tiranların en zalimi olduğunu kabul etmişsek bir zamanlar için, şimdilerde de yeni bir tiranımız var. O tiran ki en az Vatikan'ınkiler kadar gerçek dışı propagandalar/yönlendirmelerle konuşur, en az Vatikan kadar kendini sahnede isteyen, en az Vatikan kadar her şeye nüfuz etmek isteyen bir tirandır ve eylemsel olarak Vatikan'la hiçbir farkı olmamasıyla beraber, yine her nasıl Vatikan güzel söylemler ve vaatlerle kendi tiranlığını inşaa ediyorduysa, Bilim de bir o kadar güzel söylemler ve vaatlerle kendi neferlerini bulmaktadır.

 "Mantığın ve bilimin hükmettiği, dinin olmadığı güzel bir gelecek!" "Çocuklar kafaları çalıştıralım!"
 "Tanrı'nın adaletinin geldiği, zalimliğin bittiği bir gelecek!" "Çocuklar dua edelim!"

 İki slogan tamlaması arasında biliminki en şıkı ve en cicisi -günümüz için, değil mi?-, ben olsam bilimin sloganlarıyla yaşardım zira din demek artık ilim değil fanatizm yuvası demektir.
 Ancak bu ilk sloganlarda Karikateist sayfasının da aşina olduğumuz bir çarpıtma var, hatta tam gerçeğe giderken rayları çevirmişçesine bir çarpıtma. Yönlendirme diyesim geliyor çarpıtma yerine ama çarpıtma olan kısmı şu; bütünüyle objektif olmayı öğütleyen bir fikir yapısı, subjektif bir yermeyi de yan etki olarak pazarlıyor.
 Aslında demektedir ki "Çocuklar, kafaları çalıştıralım ve dini unutalım/yerelim/silelim!"
  Objektif adamın ve'den sonraki subjektivizmini bulunuz ehehe.

 Ah, ama güzel profesörlerim, bir şeyi övmek için, ötekini yermek lüzumu nedir? Herhangi ideolojiye karşı böyle bir edepsizliği yerdiğiniz dinde bile bulamazsınız.
 Yerilen din; modası geçmiş, çoktan yenilmiş Vatikan'ın dini ve Vatikan haksız diye tümden üstü karalanmış Hristiyanlık değildir elbette, o konuda kraldan çok kralcı kimselerkazımış/karalamıştır bu iki dini çoktandır halihazırda. Artık, hedef doğudur, doğudaki dinler.

 Adeta bir politikacı gibi hedef göstermekte, türlü reklamlar/haberlerle "aha düşman bu" deyip, insanları bir tuhaf iyi/kötü tanımlamasına mecbur kılan, sonucunda şayet "Dini silmek" gibi bir gayesi varsa, onu başarıya ulaştırma yolunda ilerleyen ancak kendi felsefelerini takip edenlerin yine (eğer hayat felsefelerini diğer her şey bi kenara, yalnızca bu medya oluşumunun sunduğu felsefeyle kuracaklarsa) hayatta başarısız ancak ve ancak birkaç sohbette bu birkaç bilimsel bilgiyi ve "Dini silelim!11!!" mesajını yayabilecek kimseler olacağı, yeni doğmuş bilim fanatizminin sahipleri kimdir?
 Bunu bilmiyoruz, onları tanımıyoruz.
 Bu aydın, şaşalı gözüken ve haklarını yabana atmayalım, yaşamları süresince sahiden türlü icatlar ve servislerle insanlığa katkıda bulunmuş kimselerin, bilgi sahibi olmadıklarını beyan ettikleri konularda bilirkişi davranmak hatasına niye düştüklerine dair teoriler var elbette.

 Ah, elbette teoriler var..

 Onlar belki başka bir hitabın konusu olurlar.

 Lakin tarih bilinciyle gören gözler için o kadar açıktır ki, kulağa güzel, göze cezbedici, akla ikna gelen her ne idiyse onlar, bazı bireylerin hırsları doğrultusunda kullanılmıştır. Yani propaganda zekası, ikinci dünya savaşından çok çok eskidir, Hitler'le beraber türeyen ancak onun medya aracılığı olabilir, ki medyanın gelişimi de o döneme dayanır zaten.
 Açıktır; kulağı tatlandıran, gözü cezb, aklı ikna eden her ne idiyse o ve yeni doğan arasına bir insan evladı illaki girmek istemiştir, girmiştir de. Ne yazık ki tarih sahnesine çıkmış olacak kadar ses getiren olaylarda daima yeni doğduğu için bilemeyen bir çoğunluk jönlerin ardına kuyruk olmuştur.

 E o halde, çağın gereklerini karşılayan ideoloji ve metotlar bir şekilde, belirli azınlıklarca belirlenmiştir mi demeliyiz yoksa çağır gereklerini karşılayan ideoloji ve metotlar bir şekilde, belirli azınlıkların emellerince bükülmüştür mü?

 Eh, din ya da bilim fanatizminin ya da tarihi yönetmiş başka bir şeyin içinde işe yarar şeyler de olduğu açık -tarihi ve kitleleri doldurduğuna göre-, o halde tümden yabana atamayız hiçbirini.

 Belkide fanatizm kısmıyla ilgilenmeliyiz, zaten kendine ve inananlarına düşman yaratan, kendini överken başkasını yermeye sebebiyet veren o değil mi?

 Belki din de -ve şimdi bilim de- yararlıdır, ancak fanatizm onu şimdiki konumuna getirmiştir.

 Boşversene.
 İnsan işte, onun hırsları kendine sömürecek bir vaha hep bulur.

10 Temmuz 2016 Pazar

Demeç

 Ne olduğum, perspektif demetlerinin bazı demeçlerince; bir avrupai, duyulmak istenecek bir ses, kütüphane, kıl, birkaç duygusal nota ve renklerin bazıları olduğu gibi, bunlar esasen kendini her perspektif ve görüş sahibi sananın düşebileceği özneyi çağrışım ve telmihlerle belirlemek hatası değilse, nedir?

 Ne olduğumsa, hiç ancak bir isimdir.
 Bu isim onu algılayan gözler kadar anlamlı ve salt bundan mütevellit yarattığı -olduğu için de gerçek kabul ettiğimiz- ortak metaforların bir toplamıdır.
 Bu perspektifin eşittiri gerçeklikte şöyle bir yarılmaya olanak tanır: 
Şayet ismi yürüten aklın kolu, telmihlerin her köşesine uzanabiliyor ve imajını bütünüyle tanımlayabiliyorsa gözleri, bu noktada gerçeklik yani ortak gözlemlenebilen metaforların toplamı, karakterin niyetinin bir kölesi olarak dilenen sayıda türetebilir kendinden.

 Ve böylece tercihinden tam bağımsız olarak fırlatıldığı sahnedeki ötekilerden ya farkı kalmaz, ya hepsinden iyi oynar yahut karışmaz ve yenilmez.

 Ancak sahnenin halen perdeyle örtülü o küçük kıyısına kaçıp, yenilmediğini sanan, bizatihi, kendi korkuluğunca yenilmiştir.

 Ve böylece iki şık henüz gözler önündelerse de, sahne üzerine muhabbetlerin alayına eşlik eden bu metafor, sahne, bizzat hayatı yansıttığından onu hayat bilgeliğinin bir tutamıyla ele almakta hiçbir kusur olmayacaktır.

 Şövalyelerin ejderha kesmekten geldiğine inanılan çağların "Ummadık taş baş yarar" 'ından çıkartabildiğimiz, yaşamın tümünün gördüklerimiz olmadığı yargısı aklımız için, şu anki münakaşamızda epey ağzımızı ve aklımızı sulandıran bir seçeneği aydınlatıyor.
 Evet, yedisinden yetmişine her düşünen akıl ve hisseden yüreğin, bir şekilde katıksızca meyil ettiği bir ahlak olarak, belki kahramanları gerçek kılmak isteyen bir inanç, belki karakterin psikolojisinin doktor yanı ve şüphesiz bir de tarih ki daima kanıtlamıştır hastalanmayan sağlığını,
 O, içinde bol şeker bulundurmadan da gözümüze tatlı gelen, erkeklerin görüş alanına bir girdiğinde bir daha odağını alamayacağı kadar doğurgan bir kalça gibi ilgimizi çeken bir şık.
 Hepimizin bütünüyle itiraf etmeye korktuğu bir fantezi oysa Sade bile kendi sadizminin şiddetinden bu kadar çekinmemişti.
 O halde bizim üçüncü şıkkımız daha ala bir şiddette seyrediyor olmalı.

 Lakin, bu ahlağın fetişistleri bunu hiçbir çıkara bağlamadan yanıtlayabilirler mi?
 Seyirci bir çoğunluğun yanına sandalyeni çekip, göbeğine biraz daha çabuk-yemek/içecek tıkıştırmak değil de;
 Hem sahnede kalıp hem maskesiz olmak, tutarlı bir gerçeklik fantezisi midir?

4 Temmuz 2016 Pazartesi

Bi' Düşünsene

 Ne işi var yeryüzünde.

 Ne diye öğrendi şunu bunu ve öğretti bunu şunu.

 'En büyükleri' yalnız ve kokuşmuşlarıydı, 'en küçükleri' mutlu ve kalabalıktı.

 Kim sınıflandırdı bunları? Geveze.
 Gevezeler azınlık ve havalıydı.

 İnsanoğlu, ne işin var yeryüzünde?

 Sen şöyle bir köprü olsan ya, onu da reddediyorsun.
 Ne bütünüyle kabulleniyorsun kendini bir memelinin ya da sürüngenin beyni gibi; ne de bırakıyorsun bir kenara topraktan bu yana geldiğin yeri.

 Yani, ne düşünüyorsun bütünüyle ne de düşünmüyorsun hiçbir şeye.
 Aradasın ama köprü de olmuyorsun?

 Kestiğin hayvanlarla girdiğin empati diyor ki sana: 'Yapma, yeme.'.
 Ama aklın da diyor ki dişlerin ve lezzet niye?

 Göğsünden bir ses 'Dokunma hiçbir şeye'.
 Kafandaki uğultulardan biri  'O zaman ne işe yarar varlığım, değiştirmeyeceksem'.
 Ve insan göğsünü aştıkça, azgınlaşıyor.

 Belki vicdan, korkunun bir çeşididir ha?

 Gözlerin sana 'Oku' diyor.
 Ancak,
 En çok insanın dünyasını keşfetmekle kirleniyor kendi gerçeğin, kafanda bir kavrayış da bunu biliyor.

 Olmaz mı şöyle, biraz orman ve biraz da sen.

 Eh, ne işin var yeryüzünde?
 Buldukların göğsünü tatmin etse, kafanı etmiyor; birini etse, başka yanı eksik.
 Sen oğlum, buraya ait olmadığını kavrayacak bir ironiyle doğmuşsun ya da yerini beğenmiyorsun.

 Yani ya bilgesin ya da kibirli.
 Arasındaki de ince bir çizgi.

 Bazısına uzakta bu çizgi, bazısına sınırda.

 Hadi bi' sigara.
 Ulan, ne işin var yeryüzünde?
 N'aptığını biliyoruz, hepsi vakit geçirmelik gerçi. Sıfırı hatırlayın, bu yaşamın kodudur.

 Öyle ki hayatı veren toprak ana, nasıl da imkan kılmıştır her doğruya. Hepsine doğru ve gerçek olma hakkı tanıyacak kadar cömert, hepsine bakacak kadar anaç ve hiçbirinden sarsılmayacak ve gerektiğinde adaleti en doğru anlamıyla koyacak kadar babadır.

 Sıfırı hatırlayın, o her şeyin değeridir.

 Tercihin, evrensel değeridir.

 Kişisel değeri mi?... Boşversene.
 Bunu cevaplayan, kendi zirvesine biletini alır.

 Ne işin var yeryüzünde ?

 Bi' düşünsene.

27 Haziran 2016 Pazartesi

İlk Kural

 Sevmediklerim ve tanımadık kulaklar!

 Ergenliğinize yapışın. Orada her şey apaçıktır.
 Ve erişkinlerinizi dinlemeyin. Onlar için her şey henüz ergendir.
 Bu düşünce, ergenlerim, büyük bir kibrin sonucudur.

 Zira onların ego dediği bile, bağlarından çaldıkları adamın nitelediğine tezattır.

 Upuzun ve gepgeniş bağlar, pek bereketli ve lazım bilgelik.

 Bahçıvanıysa; bağın her köşesini istila etmiş faydacılar, oradan alıp şehirlerine taşıyan kütüphaneciler ve yoz şehrin obez diyetçileri.

 İşte, hat böyle gider ve bağlar şehre gelene kadar kurur gider.

 O yüce bilgeler, şehre geldiklerinde sıçanlara dönüşürler.

 İşte bundandır, hep bundan.

 Batan bir dikeni kimse çıkartmazsa ne olur?
 Battığı yerde kalır.

 Acı vermiyorsa farkedilir mi?
 Asla.

 Acı verse de, kanıksanmayacak acı var mıdır sanki?
 Hayır.

 O halde tercih etmek, bildiklerimizin yegane kesinliğidir.

 Peki, herkes idare ederse ne olur?
 Bir aptal, akıllı.
 Böyle buyurdu Spetzi.

 Lakin ortaya çıkıyor ki, kişilerin yaşamları için çözümleri farklılaşsa da, ebedi olan ikinci kesinlik gerçeğin kendisi.
 İnsanoğlu ateş yakmayı bulmasaydı bile, evrenin çoğu köşesinde ateş vardı ve olacaktı da.

 O vakit pörtlet gözlerini, bunu insanlık adına bir keşif haline getirelim, üzerinde anlaştığımız dilin tanımlarını da sokaklara indirgemeyelim.
 Sezara Sezar, göte göt diyelim.

 Zira halihazırda bizim oralarda g*te göt denir de ondan, hakim bey. Kaldı mı bunu hatırlayan?
 Özümüz buradan gelmedir.

 Shall we?

 Yoksa, kaybedeceklerin mi var?

18 Haziran 2016 Cumartesi

Öyle

 Hayat bir kıç düşkünüdür.

 Gördüğü kıçın peşindedir yahut en iyi gizleyenin.
 Ne kadar fit ne kadar diri, fark etmez.

 Çirkininin de güzelinin de yalnız kıçına tamah eder o. Nefes alsın yetmezcidir de, ancak  'kıç olsa kafi'cidir.

 İnsanlar kıçı, hayat da insanların kıçını kovalar.

 Ne zaman bir insan türü mensubu hayata kıçını döner, o vakit hayat şüpheye düşer.

 "Talih benden yana, çünkü kadınları kovalamıyorum" dediğinde Nietzsche, bunu mu demişti?

 O vakit hayat, ona yüz çeviren sevgilisini hediyelerle tahrik etmeye çalışır.
 Fakat sevgilisi bu geceyi tripli geçirmeye kararlıdır.

 Oğlum/kızım, sahiden en çirkin kıçın bile saklanmasında gizem ve kovalama uyandıran şeyler vardır.

 Haydi saklayın kıçınızı.

 Zaten denemiyorsunuz demiyorum.
 Dünyadan kaçmak için var gücünüzle sergilediğiniz soğuk yüz, yüzeyden uçuş ve anlamazdanlıklarınızı görmek miyop gözlere bile mümkün vaziyette.

Amma vardır onların güçleri.
Yine, nasıl da vardır onların güçleri.
Kahrolasıca, amma güçlüdür öyle!

 Ancak saklamak ve kazanmak hüneri farklı bir şeydir.
 Hani bilgi olmadan fikir geliştirmek imkansıza denktir mantıkta, hani şu bilim olanda, ama yaygın bir yanlıştır bu?
 Yani, bilgisizken de fikir sahibi olabilmeyi becerebilmiştir insanoğulları ve kızları da ve artık tarihi böyle yazmaktadırlar hani?

 Bilgi olmadan yahut 'bilgi' varsayarak edinilen bir fikir örneği olarak, yüz çevrilen bir din var ya hani.
 Onun mensupları sana hazırladıkları kitapçıkta "Dünyevi zenginliği, aklın zenginliğine ve estetiğe tercih ediyoruz, kaçıyoruz kolay yollarımıza" demiştir ya bugün?

 Hani insanlığın yüz karası, insanlık birikiminin afyonu diyorsun ya, ona?

 Ama neyse bak s.e onu bunu, saklamak ve kazanmak hüneri daha estetik daha rasyonel bir şeydir.
 Ha şu iki terim bile senin gündelik sohbet zaferlerini kazanmak için kaçtığın "bilim"in dallarıdır.

 Saklamak ve kazanmak hüneri senin uyanayazarak sürdürdüğün yaşantı değildir.
 O bir kargo gibi sana gelmeyecek. 
 O, serinle diye üzerine yağacak bir yağmur değil.

 O senin bulacağın ve güzelleştireceğin şeydir.
 Yine, o senin aklına ve yüreğinin estetiğine bakar.
 Kahrolası bir akıl ve estet anlayışı ister.

 Ama neyse bak s.e bunları, gerçi kardeşim, sen hoşgörülüsündür.
 Bırak bu gece yazayım biraz.
 Yazmasam, ne olacak belki.


 İnsanoğulları ve kızları da, elbette öyle rasyoneldirler, 'iyi' olmanın tüm disiplin ve gereklerini basitçe çözmüşlerdir.
 Hoşgörünün yeni formülünü ister misiniz?

 O; asla kızmamanın, daimi sakinliğin ve sessiz kavrayışın, yüce hayat bilgeliğinin formülünü de ister misiniz?

 Kolaydır.

 Susmak!

 Bilmediğin her şeyde susmak. İronik bakabilenler için bu ne çok cehalet ifade eder.

 Her susuş bir aşağılayıştır.

 Kendini.

 Oğullarım ve kızlarım da, siz her şeyin kestirmesini bulduğunuzu ve güneşli günlerin yakında geleceğini mi söylüyorsunuz?
 Yine, sizler, her şeyi anladığınızı ve artık 'olacağını' mı söylüyorsunuz?
 Kahrolası aklın ve estetin içinde mi yüzüyorsunuz?

 Zarafetiniz ve 'sorgulayan aklınız', muhalefet olduğunuz akıntıya karşı yürürken, paçalarınızdan mı damlıyor?
 Kahrolası kızıl gök ufukta ve sizler alt komşum Halise teyze için bile bir kurtarıcı mısınız?

 Bu dünyanın kurtarıcıları ancak kıçıma birkaç egzama pütürü verebilir. Bilenler için amma net öğütler ve keskin iğnelemedir bunlar.

 Lakin, o motorları almak için bile emeğe ve onun ödülü paraya ihtiyacınız var.
 Sürmek içinse kıçınızı dönebilmeye.

 Kütüphanelere değil,

 Fazla yiyip, fazla içip, fazla gezip, fazla dil döküp, fazla sevişerek tükettiğiniz vaktinize.

 Saklamak hüneri?
 Bunu isteyen hazlar diyarını yaksın.

 Geçici hiçbir şey saklanamaz zira.

 Öyle.

 Değil mi?

31 Mayıs 2016 Salı

Ümit

 Bazı özel anlarda yeryüzü bir kadının vücudu olduğunda, bulutlar onun bacaklarındadır.
.
.
.
.

"Bu bana ilk gelişin" dedi,
"Bana geldiğine göre, bu sefer kuş büyük olmalı."

"Kuş mu?"

"Evet, depresyonlar ummadık anlarda üzerimize dışkılayan kuşlara pek benzer. Ne zaman geleceği bilinemez, geldi mi de temizlemek zahmeti ister. Hiç yoktan didinir durursun ve kötü görünürsün."

"Sen de peçetem mi oluyorsun?"

 İçeri doğru yürüdü.

"Çabuk kapıyorsun, elbette, para böyle anlar için vardır!"

 Onu oturmaya çağırdıktan sonra, görülmeyen bir yöne el işareti verdi.
Az sonra hizmetçi gelecekti.

 Epey yüksekteki katın, epey yüksekteki tavanından tabanına değin kapalı bir balkonu anımsatan duvarına karşı oturdular.

 Ne ki bu camdan tüm şehir görünüyor, hiç kimse duyulmuyordu.

 İzlemeyi kolaylaştırmak için camın en dibine konmuş bu rahat tüylü kanepe, çimlerde geriniyor hissi veriyordu.
 Duvarı boydan boya kaplayan bu camdan görüntü, dev bir ekranı ve dramatik televizyon kanallarını çağrıştırmaya başlamıştı.

 Orada şehrin tüm detayları; bir süreliğine dünyadan uçmuş sevgililer, birazcık malını satmaya çalışan pazarcılar, kahvelerde otlakçılar, öğrencilerden soyguncular, duygutanımazlar, fikirtanımazlar ve gamsızlar.

 Hepsi bir festivalin ayrı günlerini dolduruyor da göze batmıyor gibi, keyifli geliyordu buradan.
Her şey görünüyor, hiçbir şey duyulmuyordu.

 Zenginin penceresi böyle herhalde, diye düşündü.

 Alışmaya çalıştığı ses ona şöyle seslendi:
"Haydi kendimize iyilik edelim de, kendimizi gündelik usullerle yormayalım. Direkt saldıracağım kuşuna sen de buyur gel koltuğuma!"

"Hay hay!"
.
.
.
.
                                                                         
                                                                   
 "Bak oğlum, lağımda her şey pistir. Oradan yalnız bok kokusu, biraz sıçan ve paçalarına sidik alabilirsin. Bunlar kadınlarla konuşmayı bilmezliğin, kaba erkekliğin ve fanatizmin cirit attığı yerlerin sembolleridir.

 Bak oğlum, sokaklarda her şey gergindir. Oradan biraz şanslıysan ucuza keyif ve kadın, orta halliysen ay sonu gerginliği ve pazartesi halsizliği, bahtsızsan da sokakları huzurlu kılma arzusu ve devrim tınıları alırsın.

 Bak oğlum, buradaysa her şey sakin bir uyum içindedir. Her şeyi olduğu gibi ve zavallı haliyle görürsün. Burada her şey, senin keyfine hizmet eder. Sen, başkalarının keyfine değil yahut başkalarının sunduğu keyfi ödemezsin."

"Fakat, öyleyse şayet, hangisi haklıdır?"

"Hepsi!"

"Nasıl?!"

"Her şey dolanıyor ve varoluyor ancak hiçbiri ötekinin üzerinde dolanmıyor!"

"Korkunç bu dediğin ve koca bir tarihi yadsımak!"

"Yalnızca göz derler buna."
Hizmetçi, sigara ile efendisinin en sevdiği latte-sıcak çikolata karışımından kahveleri getirir.
"Hem, gördüklerinden rahatsız oluyorsan, belki gözün bozuktur ha?"

"Lağımdaki iddaasında, sokaktaki durmak bilmez ve yalnız yıpratıcı ve asla yapmayan savaşında, zengin kamarasındaki de sonsuz zevki ve sonsuz objektifliğinde haklıdır ve insan dediğimiz varlığın aradığı o soru için cevap yok mudur? Yani içimizdeki kaynaksız ve dinmez özlem, hepimize yarayacak bir yaşam çözümü sunmaya yaramayacak mı? Nereye doğru büyüyoruz?"

 "Tüm çam ağaçlarını tanımak için yalnız birini incelemek kafidir.
Lakin insan, ah. Hepsi ortak bir temelde kurulu ve aynı mekanizmayla çalışır. Hepsinin trajedileri ve gülmeleri vardır.
 Ne ki, hiçbiri aynı değil, yalnız benzerdir.
 Hepsinin arzularına bulduğu çözümler çeşit çeşittir. İnsan, rengarenktir ve bir tanesi bile içinde sonsuz renk taşır. Karaktere inanmam ben!"

"Sus artık, tüm depresyonumu yalancı ve boşa çıkarıyorsun! Mutlu ve rahat kılıyorsun beni."

 Açık kalan ağzını ikram sigarayla tatlandırırken, yahut acı baharatı ağzına tıkarken, gözleri de açık kalmış şaşkın bir bilinçle şehre bakıyordu. Sanki bu sefer baktığında, daha fazla detay ve incelemeye değer pek çok şey görmüştü.

"Eğer ormanın yalnızca kökünden bakıyorsan, nasıl güneşi ve yeşili görebilirsin? Orada kara toprak ve ağaçların gölgeleri vardır.
Söyleyeyim oğlum, insanlık ormanı sık ve narin değil, nadir ve kocadır.
Orada çok ağaç yoktur ancak bir gür orman görünecek kadar büyük çınarlar vardır.
Ağaç olan birliği ve nefes üfürmeyi tadar. Oysa köklerdekiler yalnız o nefesi alır ve zehir olarak geri öderler, o da onların görevidir. Hangisi sana nefis geliyor?
Bir de dağın zirvesi vardır. İşte orada tüm yeşiller, mavi gökyüzü ve sarıbeyaz güneş göz kırpar.
Her şey olduğu gibi ve en yalın haliyle görünür."

"Kökler, lağımı ve sokağı imgeliyorsa, yeşil de kahramanlarımızı; dağın zirvesi de burayı, zengin kamarasını mı anlatıyor?"

"Hayır, güzelim. O bize tarihi anlatıyor. Hiçbirimizin hiçbirimizin gözlem ve akıl yürütme yeteneğinden kuşku duyma hakkı yok. Zira hepimiz az ya da çok bunları becerebilir ve buna göre insanlık orkestrasında yerimizi alırız. Her fikir ayrı bir enstrüman eder ve nihayetinde o acı-tatlı harmoniye katkısını yapar.
Ancak bildiğin gibi, tüm bunlar için nota bilmek gereklidir.
İşte o nota, tarihtir.
İnsanlığın orkestrasında yer edinmek isteyen, önce kendi zirvesine tırmanmalıdır. Orada bakmayı bilen, pek çok öğüt bulur.
Dindar mısındır?"

Soru onu şaşırtmıştı, hoş arkadaşı ne dese şaşıyordu birkaç... Dakika mı demeli saat mi? Ancak bir ortak buluşmada iki cümlelik sohbet ettiği bir adamdı bu, lakin vardır böyleleri, seni senden önce tanırlar ve sanki ezelden beri tanıyordur ruhlarınız birbirini!
Hiç çekinmemişti gelirken ve girerken içeri.
 Belki de büyüsü, onu pek az tanımasından geliyordu yahut tanımamasından.

 Cama, şehre, sigaraya, sıcak çikolatalı sütlü kahveye (bu ona gevrek mısır yediği çocukluk günlerini anımsatmıştı) ve arkadaşının ezgili sesinden kurulu orkestraya, bütünüyle notalı o sahneye döndü.

"İçimi rahat ettirdiği zamanlar."

"Öyleyse sana en büyük günahı söyleyeyim."

İşte, nefesini tutmuştu.
Sahi aşkla yanan kadınlar, aşkının bir öpüşüne bulutları sel, yeryüzünü deprem edebilirler. Ya da öyle muazzam bir şey.
İşte bu adam da onun üzerine gerçekleri bir sel ve zevkleri deprem olarak getiriyordu.

 Sözleri bir el gibi belinden boynuna bir ürperiş olup okşuyor ve aklının sıcak noktalarına serin bir yastık, yüreğine kuş tüyünden rüzgar oluyordu. Boşversindi dünyayı, herkes her şeyde haklıydı! Ah ne rahatlatıcıydı bunu demek.

.
.
.
.


Oğlan ayrılırken ardında yeniden geleceğinin sözünü bırakmıştı.

 Şimdi dünyayı arşınlarken yepyeni arzularla dolduğunu hissediyordu.
Yaşamı bir büyük merceğin altına almış, onun her zerresinde merak tohumları ve bilme arzusu bulmuştu.
 Kavga eden insanlar, rahat eden insanlar ve her çeşit türden yaşam. Hepsi düşünüyor, hepsi hissediyor, hepsi tepki veriyor ve hepsi bir şeyler biliyordu. Amma ürkünç ve bir o kadar heyecanlı bir meraktı bu şimdi keşfettiği. Herkesin her şeye dair fikri ve hisleri olması. Herkes en az kendisi kadar geçerli hislere ve fikirlere sahipti!
 Bu adrenalin miydi yoksa?
 Yaşam şimdi bir riskli kumar, heyecanlı ve ücretsiz bir tiyatro gibi geliyordu.

 Sokaklar aştı ve hiç yorulmadı, gördükleri, duydukları önce kalbine giriyor, adrenalin olup vücuduna yayılıyordu. Böylesine yaşamak ve öğrenmek arzusuyla dolmamıştı.
 Önünden ve arkasından geçen insanların yaşantılarını merak ediyor, apartmanların her bir dairesinde birer gece geçirmek, herkesle çay içmek, yemek yemek istiyordu.

 O böyle yorulmaz ve dinmez merakla, kendine en gerçek tutkuyu edindiğini tekrarlarken, ümit, ateşten bir mercek olarak gözlerinde vuku bulmuştu.

28 Mayıs 2016 Cumartesi

Kelebek

 Davranışlarımı çıkardım smokininden ve çırılçıplak olduğumu kimsenin bilemeyeceği bir odaya saklandım, burada hayvandım bir ahıra.
 Önce soğuk bir duşa tuttum ama ruh halimi ki arınsın aylardır biriken gündelik gam ve insan elementlerinden, bu bir vahaydı bana.

 Afilli laflar, akıl yürütmeler ve diğer takılarımı da astım kapımın önüne, dileyen alır satar diye.

 Bu bir riyazet yahut yalnızca vazgeçiş hali.
 Bir koza yahut terk ihtimali.
 Sonu;
 Sonsuz öğrencilik yahut sistem ihtilali.

 Kelebek üzmese bari hiçbirimizi.

 Ama o bir muhtar adayı mı ki?

25 Mayıs 2016 Çarşamba

Mezunlara Veda

 Bir şeyden hoşlanmasak da ona bağlanabileceğimizi anlıyoruz vedaya yaklaştıkça.

 Uykudan uyanayakın tüm rüyaların bilince akıp bir şerit halinde kaymasıdır belki bu şimdiden gelen nostaljik özlem hissi, belki de bir şey gibidir bu artık sevilebilir yönlerini görüp sayma dürtüsü: Sevmek gibi.

 Detaylarını, isimleri ve gıybet niteliği taşıyan her olayı at 1 kenara. Gençlik aşkımızı gömüyoruz buraya. Ve yıllar onu başka isimlere, yüzlere, arkadaşlıklara verecek.
 Bir gün gelirsek en azından duvarlarından anı zerreleri dilenmeye, belki de tüm çatı taşınmış olacak.
 Farklı yüzler ve aynı beyaz önlükler göreceğiz ve onların benzer arkadaşlıkları.
 Farklı yüzler ve aynı öğrencilikler göreceğiz ve onların benzer aşkları.
 Ancak bizimkiler artık hafızamızın bir parçası. Ve asla arkamızda kalan anlar gibi sımsıkı, içiçe ve heyecanla olmayacak bir daha. Kendilerimizi bir araya getirip tutacak daha kuvvetli bir sebep bulamayacağız ortakça.

 Haydi üzülün, gülmediğiniz suratlara, tanımadığınız arkadaşlara ve iptal o kutlamaya. Darılıp, üstten baktığınız hocalara.
Ehehe, amma ergenmişiz hepimiz ve onlar da. Hepimiz çocuklarız aslında bir şekilde bozulmuş toplumsal yapımızın sinemizde açtığı boşluğa aradığımız babayla haşır neşir olan.

Buldum işte!

Akşam yedi haberlerini ve sabah gazetelerini süsleyen mutsuzluklarımız bundan olmalı! Bize baba diye geleni hemen baş köşeye almamızdan.

 Ama oğullarım, ve kızlarım da;
Baba ancak kişinin kendine olabileceği bir şeydir.
Anne ancak kişinin kendine olabileceği bir şeydir.
 Ve o yüce bedenler bile senin varlığına karışmazken, ne diye hem baba deyip hem mutlak hakimiyet veriyorsun bir başka çürüyen bedene? 'İktidar' niyedir?

 Ah oğullarım, ah kızlarım.
Bir acılar kervanındayız hepimiz. Acıyın hepimize.

 Sokaklarda hiç değilse dizini parçalamamış
çocuğun iyi bir yetişkin olduğu nerede görülmüş?

 Zira mezuniyet aslında bir giriştir ve her durağında acılar olan bir sınırsız Interrail bileti almak gibidir.
Yetişkinlik de, daima öndeki trendedir.

 Kolay gelsin.

20 Mayıs 2016 Cuma

Güzel ve Lezzet

 Yaşam, bir uzun andır.

 Yüzlerce rastgele fotoğraf, tek tek ve düzensizce, kısa aralıklarla değişerek görünür belleğine ve belki de belleğinden.

 Hafıza...

 Onun kekremsi tadı. Bazen de yalnız başına yolculuk ederken yahut sıkıcı ders veya mesai saatlerinin içindeyken (ikisi farklı mıdır aslında?) seni güldürebilen; belki imkanımız olsaydı, sırf bu kadar kararlı bir kaotik örüntüyle bizi meşgul tutuyor diye söküp atacak olduğumuz.

 Anılar ucuca eklenip, hayatımızın bütününü oluşturuyor ve tam bu ana getiriyor bizi. Senin okuduğun ve benim hangi koşullarda, bir sandalye başında gecenin 22.45'inde pijamalarımla mı yoksa kayıp bir iddaadan sonra pantolon için boxer, ayakkabı niyetine terlik ve kışlık kalınlıkta, diz uzunluğunda baklava desenli çoraplarla sahilde çekirdek çitleyen teyzeler ve martıları simitle taşlayan sevgilileri görürken, bir sevgilimin hediye ettiği deftere bir başka sevgilimin hediyesi kalemle mi yazdığımı bilemeyeceğin bu yazıyı şu anda yazmakta olduğum ana.
Kader, var sayıyorsak, bizi en özel olan tek ana getirdi. Şimdiye.
Ne kafa karıştırıcı. Bu an ve onun yaşadığımız her şey tarafından istenmesi. Belki de kader daha çok kabataslak bir şemayı ifade ediyordur.
 Baksana, yalnızca kafamızın bize  bütünüyle iyi  hissettirdiği anları kader çerçevesinde ele alıyoruz, ne keyifli bir sahtekarlık bu, değil mi?

 Doğamız en yararlıyı keyifle ölçüyor ve daima en yararlıyı istediği için, keyfi arıyorken hepimizin önünde sonunda hedonist - pragmatist kırması zihin durağına varmaması elde mi? Bunun doğal ve kader olduğunu kim reddedebilir?
Yeni bir hedonizm akımı çağımızı yıkayıp paklayacak dediğinde belki alaycıydı Wilde, ama onun yaşamı bile kendi kurgusuydu.
Alaycılara ne derler bilirsin; Üçüncü yangın geldiğinde çobana kimse inanmaz.

 İşte, bir çağ bu 21. yüzyıl hedonizmin yıkadığı ve pragmatizmin inşaa ettiği. Ancak her ne kadar paradoks gibi görünüyorduysa da, keyif mi yarardan, yarar mı keyiften gibi, keyfin yararlı olanı bulmak adına olduğunu artık biliyoruz. Yararlıysa keyiflidir.
Yapısında şeker barındıran herhangi şey, sanki programlanmışız gibi bizde daha tatmadan yeme isteği uyandırır. Bakması keyifli olduğu için güzel dediğimiz vücutlar, yalnızca sağlıklıdır. Düzenli
su içmeye niye başladık? İnsanın öpüşmek ve sevişmeyi keşfi nasıl olmuştur? İnsan bunları sürdürmeyi niye istemiştir?
Güzel ve lezzet, yalnız varlığını devam ettirmen üzerine olabilir mi? "Uğruna yaşadıklarımız" demişti Robin Williams, Ölü Ozanlar Derneği'nde romantizmi anlatırken.

 Lakin doğaya ana denmesinin başlıca sebebi, onun bir kadın olmasıdır ve yeterince ilgilenilen her güzel kadın gibi basitçe ve yoğunca arzulanan, zor duruşlu, nazlıdır ve her insan gibi tüm zırhlarıyla dolaylarınının ardında, en yakınında sıkma/bıktırma ihtimali taşır. Her dünyevi şey gibi demeliydim.
 O yüzden o da ilizyonları sever ve sırf bu yüzden keyif için kendi hackleri vardır. Evet o şeyleri hepimiz tadıyoruz ya da tadacağız, varoluşumuza hiçbir hayati katkısı olmayan katıksız zevkleri. Değil mi? Bir baksana:

Üreme amacı gütmeyen, spor için ve spontane seks, üstelik tüm zırhların bir yana seni içeriden yıpratan sigara, hayatta kalmanın yegane sebebi ve doğayı alt etmek için sınırlarına kadar genişlettiğin zekanı şimdi uyuşturmak yolunda açlığı dinmez yoldaşın alkol, belki varlığını en azından sürdürebilmek için programlandığın en temel toplama hırsının suistimali, alışveriş.

 Bunları önümüze kanıp kanmayacağımızı denemek için; oyunu ilginçleştirmek için de kafamıza bunları anlayacak beyni koymuştur.
 Evet çoğu, tanrıların hazla acıyı karıştırdığını da söyler, sırf oyun için. Nitekim bu da bir insanla varabileceğin en uç bağı tanımlamıyor mu zaten?

 Her neyse, her izafi açıdan geçici olan bu uzun anı bizler olabilecek en detaylı haliyle deneyimlediğimiz için içerisinde yediğimiz haltlar önem kazanıyor.
 Zira biraz önce yediklerini az sonra sindirmek zorunda olman, işte yalnız bu, seni bazı şeylere dikkat etmeye mecbur kılabilir.

 Yasak yoktur zira,

 Sonuçlar vardır.

 Geceye günaydın.

1 Mayıs 2016 Pazar

Afil

 Gecenin içinde insan ayağı sesleri. Deniz üstü ay ışığı ve yemeküstü yürüyüşü, sigarasına nazaran.
Bu yemek alzheimerlılarındır.
Ayak konuşur:

+"Biraz süzeyim seni, kara gecenin gece lambalarından çalıp sattığın ışığınla bembeyaz, nurtopu gibi seni. Büyük, iri, kraterli gövdeni.
Ve hatırlayayım çocukluk düşlerimi, yüzüme ışık verdiğin, o ışık ki sonraki gün bile yüzümü görünür, sesimi duyulur kılacak, "sonra" epey uzun, epey kısa zamanı tanımlar.
Ama her karanlık, uzayınki bile olduğuna göre, aydınlığın tatiliymiş, sonunda çıktı senin de yüzün ortaya.
Söylesene koca kafa, nasıl, sen bile; öyle büyük, öyle ihtişamlı ve gökkubbenin içinde, oldukça kalıplı ve etkileyici. Nasıl bir büyük sahtekar çıkarsın?
 Gövden hataların kadar eden yaralarınla dolu, nasıl, sen bile, saklarsın bile bile, yıldızlardan arak ışığınla bunu?
Söylesene, sen, daha ufakların aydınlığı ve sesi, nasıl yalnızca 'birazını almaya ve yalnız satmaya' yararmışsın?
Sen bile, söylesene, ne diye kendini hayatı savuşturmanın ince, dengesiz ipinde savurursun?
Söylesene, en gökten bakıp, en karanlıkta en derine lamba olan, ne kalır şimdi?
Sen bile, bir savuşturma, kaçış ve yanılsamasın.
Baksana, en yukarıdan en aşağıyı görebilen, var mı bu yeryüzünde o iri adamlar ve kadınlardan eser?
Kaldı mı, öykülerimizi süsleyen, şiirlerimizi yaratanlardan bir parça?
O karakterler duruyor mu? Yalnızca, alıp, satmaya mı yarıyorlar?

 Her kim, artık, o gerçek şeyleri başkasına şov etmek, bir başka canlının üzerine çıkmak, yaşamının temel ögelerini dramatize ederek abartmak dışında kullanıyor?
Her kim, artık, kullanmak yerine, onlarla yaşıyor?
Her kim, artık, gerçek?

Söylesene koca kafa, gözlerin de iridir:
Gerçek, artık, unutkan kafatasımızın içerisinde algıladığımız kadar mıdır?
İki kere ikiyi beş öğrenseydik, beş olacak olan mıdır?

 Söyle, senin rehber, yol gösterici ve hakiki ışığın bir kendini kurtarma, birini daha kazanma, yukarı hissetme çabası mıydı sahiden?
 Bilgi bazen bazının hayal kırıklığıdır.
Işığını senin ve bütünüyle sen sanmakla yanılmışsak, bu bize kendimiz hakkında ne söyler?
Bak onların yüzlerine: Mimiksizler.
Bak onların sözlerine: Azizler.
Bak onların ettiklerine: Hiçler.

 Görkemli lafların ve afilli sözlerin efendileri, tütünleriyle kendilerini zehirliyor, elleriyle apışlarını tatmin ediyor ve daima "amma zevkli" diyorlar. Sen, koca beyaz kraterli kafa, gerçek bile olsaydın, ışığın onları vurmazdı. "Burada alıyorum ben tadımı, kimse kimseye karışamaz!"
 Görkemli tavırların ve afilli duyguların temsilcileri biraz sonra da "Sen şunu yapma, bunu olma" diyorlar.

 Tanrım, ne çok çelişki ve ne çok delilik!
 Tanrım, bunu dile getirenin sıfatı ne çok delilik!
 Tanrım, bunu dile getirmenin bedeli ne çok delilik!

 Yetmiyor gibi, ayın altında ve yastığın üzerinde, düzinelerce ses.
Mutlu, mutsuz, memnun, değiştirmeci, yenici, eskici, ilkel, medeni, dindar, nihilist ve her rolden haklı birkaç taraf.
Doğa nereye, doğa niye?
 Tanrım, gençlik ne ulu bir geçiş!

 Burada küçük insan yemeğini yiyor ve resmi evrakların kuşattığı, özünde ağaç şimdi bir masa olan o çamın üzerinden, daima alçak sesiyle, duyulmak istemeyerek ve kaçarak fısıldıyor: "Gençliğin bir getirisi, zamanla sönecek"
 Burada ortada kalan insan yemeğini yarılamış ve afilli lafların kuşattığı, özünde ağaç şimdi bir kağıt olan o sayfanın içinden, daima kafanda kurduğun sesiyle, çok duyulmamış olarak ve çokbilmiş fısıldıyor: "İnsan gençken dünyayı değiştirebileceğini sanır, orta yaşında yalnız kendini değiştirebileceğini anlar, yaşlanınca da hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini farkeder."

 Burada gerçek insan yalnız gördüklerimiz kadarıyla var oluyor, o yemeğini bitirmiş ve vedasını etmiştir. O artık konuşmaz. O, konuşmayı da tutmaz. O, yaptıklarıyla vardır.
Onun kurdukları, ettikleri, bizi ve çevremizi oluşturmuştur.
Onun yaptıkları bize haykırıyor:
"Aldırma, kaybetme, yarat"

 Dostlarım, ne yazık ki sizler, dinlediğiniz ağızlara göre kulak değilsiniz.
Ne yazık ki sizler, masamda beklediğim gücü her şeye yeten arslanlar ve en çirkin kötülüğe, en büyük yenilgiye yıldırım gibi gülenler değilsiniz.
Ne yazık ki sizler, bir laf ettiğinizde, onu geldiğiniz topraktan, gördüğünüz güneşten değil, biriktirdiğiniz direktiflerle edenlersiniz.
Ne yazık ki sizler, yıllardır okuyor, hiçbir şey bilmiyorsunuz.
Ne yazık ki sizler, büyük ve ulu denenlerin yalnızca ulu ve büyük olduğunu öğrenenlersiniz.
Ne yazık ki sizler, bugün, unutmuş hatta hiç öğrenmemiş, kendine ve çevresine inancı sıfırlanmış, yitiklersiniz.
Ne yazık ki sizler, tutunamayanlarsınız.
Ne yazık ki sizin tutamadıklarınızdan tutunacak olan sırtlanlar mevcuttur.

Ne yazık ki, bunların hiçbirinin yazıklanacak bir tarafı yoktur.
Ne yazık ne de iyidir, bunlar bir satrancın sonucudur.
Her şey, olduğu gibidir.

 Bize bakanın hissetmesi en doğal olan şey; ancak zayıf ve acınası hale düşmüş ve bunu özgür iradesiyle kabullenmiş birine baktığımızda hissedeceğimiz şeydir.
Unutulmaz sonsuzlukta bir acıma ve sonra yüz çeviri.

 Kimse zamanın şu denizin dalgalarından yakamozu söküp sökmeyeceğini bilemez. Yakamoz reddedilmez durmasına rağmen.
Kimse o koca sahtekar ayın gidip gitmeyeceğini; kimse bir güneşin doğup doğmayacağını bilemez.
Yıldızlar hep vardı. Ve uzayın boşluğunu temsilen o karanlık da hep daha fazla.
Gece hep aynıydı ve onu bulan insan kafası da.
Tarih hep aynıydı.
Ve ona zamanla farklı farklı bakan insan kafası da.

 İlk değiliz,

 ama,

 son muyuz acaba?"

 Ayakkabılar bir süredir kayaların üzerinde, yakamozca yalanmaktaydılar.
 Bir uyuşuk mutluluk ve hüzünlü aydınlanmayla, doğru bir şey yapmanın hazzının sentezi o his yayılır damarlara.
Hücrelerin bununla dolup gözlerden taşmasıyla, gülümsemeye yaklaşmakta bir ağız dansa kalkar.

 Ve zihnin hiçbir yerinde aradığınızda bulamayacağınız o seslerden herhangi birine benzer bir tanesi, şairlerin ilham, filozofların mantık, dramatiklerin doğanın fısıltısı, peygamberlerin vahiy dediği ama belki de yalnızca hayatta kalma mekanizmamızın bir başka bahanesi o ses, o gerçek bir ürperme kılığında sırtına sokularak konuşmacıyı bir büyük geceye ve arafa boğar:

Hepsi bir ya sonunda?

22 Nisan 2016 Cuma

Bilmece - Bir Yokmuş

 Bir varmış, bir yokmuş.

 Televizyonun olmadığı o daha kanlı dönemlerde, akşam yemekleri bilmecelerle beraber sunulurmuş.
Antik yunanın şarap-ekmekçilerinden, ortaçağ krallarının sofralarına; Rönesans Londra'sından tut, İstanbul fasıllarına bu böyleymiş.
Sonra bir kadın, bayan Woolf bir gün yeni dünyanın sanal yazarı olacak biri ilgilensin de araştırsın diye bu bilgiyi vermiş bir kitabında. Bu Spetzi deyu biri kalkıp, çalmış kavalını.

 Eh, bu bilmeceler bazı bazı salt eğlenceye olduğu kadar, bazı bazı da bazı şeylere çözüm bulmak amacına hizmet edermiş. Zira, bir fikri tartmanın en iyi yolu pek çok tartı kullanmaktır. Akıllarını, bir şeyleri çok açıdan görmeye alıştırmış atalarımız, tek bir tartının yanıldığını defalarca doğrulamıştır.
Azizim; doğruyu-yanlışı, kendini korumayı, insanları, milletini, atalarını ve dünyayı anlatmanın, öğretmenin en tatlı, kıvrak ve öğretici yolunu, masalı bulan o akıllardan bahsediyoruz. Elbette işe yarayacak bu yaptıkları.
 Elbette bunca can sıkıntısından kurtulmak için döktükleri kanları ve hikaye yazma tutkusunu (tarih) önermiyoruz. İyi ki televizyon ve kitaplar orada bizi paralize etmek ve düş gücüyle sınırlandırmak için duruyorlar bugün.

 O sebeple, bu bilmeceyi, doymuş karnımızın yanında aklımıza sunalım ve dileyenini de 'tartış'maya çağıralım.

 Pek çok şey var atalarımızdan alıp yapmamız gereken.
 Pek çok şey var atalarımızdan alıp, yapmamamız gereken.

 Bana başka tartıları aratan soru şudur:

 İlkelliğin sönüp, insanlığın başladığı makam dediğimiz, yüce adını taktığımız, o canlılar arasındaki en gelişmiş savunma mekanizması, o bize her konuda yardımcı olan/olacak olan, yalnızca uzun uzun onu dinlememizi isteyen o koca ihtiyar, biz yaşlandıkça gençleşip dirileşerek her derdimize çözümler üretmeye bilgisi-enerjisi-kuvveti yeten o esrarengiz dünya: düşünce makamı..

Sahiden bizi farklı kılan o mudur?

Çok kez, bir yüzün güzelliğini bozan değil midir o?

Kişi, o makama çıkıp uzun dinlendiğinde, kendini çevreden ayırmaz mı? Tıpkı bir çocuğun oyuncağıyla oynadığı o an kadar umursamaz, kendi halinde durmaz mı?

Tıpkı bir ağaç gibi, yalnızca rüzgarın ve çevresindeki zorunlu hareketlerin oynattığı kadarıyla hareket etmez mi?
Yüzü donuklaşır, ancak bir kayanınki kadar anlamlı hale gelmez mi?

Peki, onun içine dönmüş ilgisi, adeta uykuda gibi, onu dışarı karşı duyarsızlaştırmaz mı?
Yani, bir şeye tüm odağını verenler gibi, mesela bir kulağın alabileceğinden fazla gürültüyle dalgalanan bir sınıfta kulaklıksız ders çalışanlar gibi, en yüksek gürültüyü duymaz olmaz mı?
Derin uykuda gibi, en keskin kokuya tepkisiz kalmaz mı?
Körmüş gibi, gördüklerine kayıtsız kalmaz mı?

 Şu, bizi ağaçtan, taştan ayırdığını söyleyip öğrettiğimiz felsefe dininde tanrının yerine geçen ve yalnızca onu temel alanların da, felsefenin babası, anası denerek peygamber atandığı, o koca düşünce makamı bizi böyle kılmıyor mu işte?

 Bir ağaç ne kadar görüyorsa, o kadar görüyor; ne kadar duyuyorsa, o kadar duyuyor; ne kadar hissediyorsa, o kadar hissediyor; ne kadar hareket ediyorsa, o kadar hareket ediyor olmuyor muyuz?
Yalnızca orada var olan herhangi bir nesneye dönüşmüyor muyuz böylece?
Ağaç gibi, taş gibi hani.

 Salt burun, salt alın kesilmiyor muyuz?

 O halde tartışma yolunda yoldaşlarım, düşünce makamı bizi farklı kılar mı?

17 Nisan 2016 Pazar

Karşılaşmalar

 Ürpertiyor beni.
Hareketli iki nesnenin yörüngelerinin kesişimi ve bu ne çok şeye neden oluyor.
Basit bir yüzleşme.
Köşeyi dönen iki çift gözün birbirine çarpması yahut dinlediğin şarkının o sözüne, kafandaki daha önce denemediğin o kıvrımın çarpması. Enfes.
 Ağzınla, yeni girdiğin bir mutfağın en leziz tabağının tanışması.
 Teninle, yeni bir aşkın kaynaşması.
 Bir adamın, bir toplumla çarpışması.
 Birkaç adamın, birkaç yüzlü kalabalıkla çarpışması.

 Asırlarla pekişik, ürünü milyonlarca olan bir kültürün, yeni yaşam çözümleriyle tanışması.
Ne çok keyifti öncekiler ve kan döktü şu son cümleler.

 Gelsin beri derdimin öncüsü de, anlatacağım şu gerçeği dinlesin:
Her olayın nedeni karşılaşmalardır. Olaylar oluşları doğurabilir, tek tek hepimizin varlığı da buna bağlıdır esasen. Yediğimiz, içtiğimiz, arandıklarımız, hep o geceden gelmedir. Kılıfsızlığıyla bize imkan tanıyan o geceden. Belki de bir gündüz, her neyse.

 Oluşlar, kendi hallerinde varolagelir. Olur da rotaları birbirine değerse o zaman bir olay ortaya çıkar.
Olay; duygular, haberler ve sonuçlar doğurur. Oluşlar artık eski benliklerini bu yeni olayın iziyle sürdüreceklerdir. Kendilerinden farklı hale gelmişlerdir. Olay yüzünden, o çarpışma yüzünden. Başka bir oluşun kendi üzerindeki etkisinden.

 Fakat, yalın, pürüzsüz ve şüpheye yer bırakmayan gerçekliğin içine doğan ve doğduğu vakitten bu yana hep yaparak kirlettiği burada bir yenisi daha var günahlarının insanoğlunun.
 Her şeyde yaptığı üzere, düşünerek bir açığını daha bulmuş kendisinin ve habitatını kendi yarattığı doğada tek tek doğradığı gerçekte bir gedik daha açmış.
Emeli olan o olayı, bir oluş haline getirerek farkedilmez kılmak!
Tenleri ve tatları siyah fonlu beyaz yazılı bu sıkıcı görünümün üzerine yazmayacaktım elbet, aklı başında kalmalı üç-beş okurumla, dinleyicimin.

Bu bir olay ki ya da oluş ki, ya da bir olayın sonuçları, yahut oluşun nedeni, bulamıyorum, ki neredeyse doğumumuza varacak erkenlikte oluyor ve belki de ölüm döşeğinde ayırt ediliyor.
O, göğün ve toprağın bir gözüktüğü yerde her şey apaçıktır.

Bu, bir garip takas kaçamadığımız. Karşılaştığımız günü hatırlamadığımız ve çarpışmanın, tanışmanın, kaynaşmanın halen sürdüğü, bu sebeple de sanırım, oluş olarak bildiğimiz, bu olay; semptomları eğer tespit edilmişliği hatırlanırsa çok olan, hatırlanmazsa unutulan, bu sebeple fazla belirgin olmayan ve adeta bir rüyayı andıran, çok ama çok yanıltıcı bir hastalıktır.
 Bu yanılsamayı ayırt etmek için, tıpkı rüyalarımızda olduğu gibi, acı bir batma yahut tatlı bir dokunma gerekecektir.

 Canı yanan, uyanacak; tadını alan rüyayı gerçek bellemek için uğraşacaktır.

 Tıpkı rüyalarımızda olduğu gibi.

Bu, göz göre göre karşımıza çıkıp, böyle böyle olacağını bile bile ona çarpmamızı beklemeyecek kadar akıllı bir varlığın ürünü: insanın. Bu sebeple de, sezdirilmeden, sanki ebedi ve ezeliymişçesine hayatımıza sokulup, üçüncü halin imkansızlığı ilkesiyle pekiştirilmiş ve gittikçe kuvvetlenen bir oluş formülüyle hayata geçirilmiş, türünün her bir varolan ve doğan üyesi tarafından başarısı onaylanan bir fikir olarak doğup, artık neredeyse bir gerçekliğe evrilmiştir.

 Bir garip takas değil mi şu; zaten öğrenci doğmuş insan evladının, insanın bir kurumunda tercih hakkı olmaksızın öğrenci sıfatı alması, üstelik bunun iyi niyetli falan değil, büsbütün 'yetkili o kimselerin' keyfine çalışacak bir savaşçı/işçi (yeni adı vatandaştır) yaratmaya yarayan çarpıtılmış tarihi gerçekliklerin kulaklara tıkandığı bir öğretim oluşu, bu öğretim sürecinin hiçbir şey ancak sonu hayat sahnesinde başka iktidarların uğruna harcanmaya giden zahmet ve stres ve kaygı ve toplumsal kopukluk ve hiçesayılma ve hiç olma getirileri ve tüm bunların tercih edilemeyişi sebebiyle kişinin hayatının bilfiil işgal edili oluşu karşısında; halen kalkıp da, verdikleri fazlaca işeyarar, doğru, doğal, yani matahmış gibi karşılığında bir de sınav başı onlarca lira istiyorlar gençlerimizden.
 Yılları alındığı, sosyal varlığı çiğnendiği, varlığının doğuştan gelme istek ve ihtiyaçlarının yozlaştırıldığı yetmemiş gibi, onu şu ya da bu şekilde ama bir şekilde doğurabilmiş ve yetiştirebilmiş ailesinin cebini ve bu yetimin harçlığının kalanını da istemektedirler!

 Yok artık sayın izleyenler.
Ne zaman televizyonu kapatacak da, vermeyi bırakacaksınız bu paslı kocanıza?

10 Nisan 2016 Pazar

Dokuz Dört İkibinonaltı

"Bu günün teması şudur.
Mesleğin, sorumlu temsilcisi tarafından sorunlu olarak yürütülmesi. 

 Sahiden, pek çok görev türemiştir işsizliği bitirmek adına ve tek başına kaldığında hepsi, yine tek başına anlamı olmayan -de bağlacı kadar anlamsızdır. Bir insan evladı, günlük hayatın belki de ancak birkaç dakikasını tutabilen görevleri karşılamak için gerekli can sıkılmaması ve kurulu zekaya sahip değildir. Üstelik üzerine monotonluğun yüksek getirisi verimsizliği, kapana kısılmışlık hissini de eklediğimiz de görevin sorumlusunun bir süre sonra doğal olarak görevin sorunlusu haline gelmemesi işten bile değildir.

 Şu, görmezden gelinemez. Toplumda rol dağılımı kişilerin doğal becerileri ve içten arzularına göre yapılmalı iken, bizler hayatta kalmanın ve yöneticilerin kısa vadede ülkemize en gerekli olduğunu saydıklarını yerine getirebilmenin pratik çözümlerini kovalıyoruz ve bir üstadın lafına göre toplumsal bu alışkanlığın oturması için gerekli yüzüncü yılımıza çok yakınız.

Bu korkulasıdır.


Kralın bile değil, kralcıların yahut kralcı görünenlerin işletebileceği tembel bir mekanizma içerisinde hepimiz çarpıtıldık, hatta ilk etapta yadsındık.

Kendi doğurduklarımız bizi yadsıdı ve hırsıza hizmetçi koştu.

 Öyle bir yerdeyiz ki, elimiz kolumuz şuraya kadar bağlıdır: Toplumsal vicdanımızın düzeyi önünde, bir köşeye sinmiş vebalıların saldırıları üzerimizde haklıdır. Çarpıtılmış mekanizma, saygı ve  takdir mekanizmasından yoksun olmasına karşın, adeta dünyalı çağdaşlarına özenircesine kendini uygulamak zorunda olduğunu düşündüğü bir ahlaki kurallar bütününün baskısı altında hissetmektedir.
 Yurdum; dili yaralanmış, yüreği parçalanmış, aklı zehirlenmiş ve özgüveni yitik vaziyettedir. Geçmişinin vasat bir gölgesine indirgenmiştir. Kızamayız, güçlü olan iradesini hüküm kılabilmiştir.
 Yeryüzü dahi bu kudret sahipleriyle işbirliğine girmektedir biz yeni yetmelerin sırtına binbir yapay sorumlulukla basılırken! Toprak bizi çağırır. Yaşarken toprak olanlara, varlığı nelere bağlananlara bakın!

 Benliğimizin değeri kalmadığı topraklardır artık atalarımızın kanlarıyla suladığı.
Yaşı için, sahibi olduğu sıfatlar için (ki bunlar; oğul, bacı, kız, öğrenci, evlattır), yaşayıp da hissettiği için hükümler giydirilmiş, topuğunda prangalarla ve tepeden tırnağa suçlu bulunarak doğar Türkümün evladı.

O, topraktan çıkamamış,

Ölü doğumdur. "

9.4.2016 Zamanlığı, önceliklerinin yazarından.

4 Şubat 2016 Perşembe

Evlenecek-sen Gel

 Evlilik mutsuzluktur.

 Zira biz nişanı da nikahı da hayranlıkla büyüttüğümüz sevginin cismi bey bayan uğruna kıysak da;  yapılacak pilavlar, yıkanması lazım bulaşıklar ile çamaşırlar, düzenli temizlenmesi gerek dört duvar ve bir başkasının yaşam disipliniyle ortak yön arama gibi derslerle de evleniriz.
 Gençliğini okul denen illetten kurtulmaya çalışarak harcamış Türk evladının kaderidir, zamanla bir koca nefret daha büyütür yetişkinliğince. Yuva.

Bir fiil olarak evlenmek.

 Bu derslerden kalmamızın pek çok sebebinden biri dumura uğramamızdır. "hani adamla/kadınla evlenmiştim, aşk dışında pek çok şey bu yaşadığım" ölü dumur toprağını bir yazlıkta artık yok olmakta dudaklarla portakal yerken atagelmeye alışık Türk evladı.
 Mazide de belki oran aynıydı ama, yeni televizyon, medya jenerasyonuyla beraber aşk ve sevgiden doğan ortak yuva anlayışı, yabancı bir çalışanın işbirliğiyle sevginin doğurduğu davranışların taklit edilip hukuklaştırıldığı bir binada hayatta kalmaya çalışma anlayışının yanında pek ender kaldı.

 Ama bu 'ev'liliktir, yani bir ev kurmak ve geçindirme işi. Yani bir işletme, bir otel açıp içine doldurulan insanları barındırmak, beslemek gibi.
 Bir motel, birkaç kişilik.
 Ve başarılı evlilik tanımı da bizzat bu evi geçindirebilmek, az giderle çok gelir getirmekten gelir. Minik bir şirket.
 Beş yıldızlı bir okul, bir görev, misyon.
 Çocuk üretme misyonu için, evin dokunulmazlığını (güvenliğini), sürerliğini (geleceğini) sağlama ve koruma gibi alt misyoncuklarla donatılmış bir vatandaşlık gereği.
 Bir ambar! Ve her koca çiftlikte olduğu gibi, ambarlardan daha da vardır. Ancak çiftliğin sahibi yeni yumurtalardan leziz lokmalar ve bazılarından da daha fazla lokmaya doğurgan, yeni tavuklar üretsin diye!

 Evlilik mutsuzluktur.
Gazete haberleri, akşam yedi haberleri ve televizyon dizileri ne diye mutsuzluksa, o yüzden mutsuzluktur.

 Lakin evlilik, yaygın bir mutsuzluktur.
 Zira her ticaret ve hizmet ürünün olduğu gibi, reklamı abartılı, asılsız süslerle donatılı ve iluzyonlarla yapılır.
 Kandırılarak girilen yolda ne çok düş kırıklığı ve faka basma vardır.

 Aşk ne de güzel reklamdır.

 Aşk için evlilik gerekir mi?
 Bilakis aşk için mesafe iyidir.
 Birbirinin pırtını koklamayanlar ve dırtını toplamayanlar için saygı ve sempati halen o ilk mesafede olduğu gibi doğmaya kolaydır.
 Disiplinler birbirini dürtmedikçe "düşman" sinyaller ötmez, "dost" sinyaller baki kalır ve sevilenler sevdike yorulmaz.

 Görevleşmedikçe, yüce hayat enerjisi ve kaynağı, bir başkası adına yaşanan sömürüye dönmez ve o başkası çiftliğin başında yalnız başına portakal soyandır. Yokolmakta dudakları ve çoktandır dokunulmadık kıvrımlarıyla yaşlı, şişko bir anadır o, insanları en güçlü ve en zayıf eden o şeyle imtihan eden.
Tarih gösteriyor ki, yazıktır, hep yenilmesini izlemiştir aşığın, ağzında sularla.


 Ve belki de o öv öv bitmez aşk, yalnızca yeni vatandaşların, veletlerin üretimini kılıflandırmak için hoş bir makyaj, laboratuvar ürünü bir reklamdır?
 Kim söyleyebilir ki bağımlılığının zararlı olduğunu, keyifle haşır neşir olurken her gün video oyunlarıyla sabaha doğru?
 Tabii, bu ayrı bir konu.

Gelgelelim, bizim konu.

Şimdi,

Kim istiyor pilav yapmak?