22 Nisan 2016 Cuma

Bilmece - Bir Yokmuş

 Bir varmış, bir yokmuş.

 Televizyonun olmadığı o daha kanlı dönemlerde, akşam yemekleri bilmecelerle beraber sunulurmuş.
Antik yunanın şarap-ekmekçilerinden, ortaçağ krallarının sofralarına; Rönesans Londra'sından tut, İstanbul fasıllarına bu böyleymiş.
Sonra bir kadın, bayan Woolf bir gün yeni dünyanın sanal yazarı olacak biri ilgilensin de araştırsın diye bu bilgiyi vermiş bir kitabında. Bu Spetzi deyu biri kalkıp, çalmış kavalını.

 Eh, bu bilmeceler bazı bazı salt eğlenceye olduğu kadar, bazı bazı da bazı şeylere çözüm bulmak amacına hizmet edermiş. Zira, bir fikri tartmanın en iyi yolu pek çok tartı kullanmaktır. Akıllarını, bir şeyleri çok açıdan görmeye alıştırmış atalarımız, tek bir tartının yanıldığını defalarca doğrulamıştır.
Azizim; doğruyu-yanlışı, kendini korumayı, insanları, milletini, atalarını ve dünyayı anlatmanın, öğretmenin en tatlı, kıvrak ve öğretici yolunu, masalı bulan o akıllardan bahsediyoruz. Elbette işe yarayacak bu yaptıkları.
 Elbette bunca can sıkıntısından kurtulmak için döktükleri kanları ve hikaye yazma tutkusunu (tarih) önermiyoruz. İyi ki televizyon ve kitaplar orada bizi paralize etmek ve düş gücüyle sınırlandırmak için duruyorlar bugün.

 O sebeple, bu bilmeceyi, doymuş karnımızın yanında aklımıza sunalım ve dileyenini de 'tartış'maya çağıralım.

 Pek çok şey var atalarımızdan alıp yapmamız gereken.
 Pek çok şey var atalarımızdan alıp, yapmamamız gereken.

 Bana başka tartıları aratan soru şudur:

 İlkelliğin sönüp, insanlığın başladığı makam dediğimiz, yüce adını taktığımız, o canlılar arasındaki en gelişmiş savunma mekanizması, o bize her konuda yardımcı olan/olacak olan, yalnızca uzun uzun onu dinlememizi isteyen o koca ihtiyar, biz yaşlandıkça gençleşip dirileşerek her derdimize çözümler üretmeye bilgisi-enerjisi-kuvveti yeten o esrarengiz dünya: düşünce makamı..

Sahiden bizi farklı kılan o mudur?

Çok kez, bir yüzün güzelliğini bozan değil midir o?

Kişi, o makama çıkıp uzun dinlendiğinde, kendini çevreden ayırmaz mı? Tıpkı bir çocuğun oyuncağıyla oynadığı o an kadar umursamaz, kendi halinde durmaz mı?

Tıpkı bir ağaç gibi, yalnızca rüzgarın ve çevresindeki zorunlu hareketlerin oynattığı kadarıyla hareket etmez mi?
Yüzü donuklaşır, ancak bir kayanınki kadar anlamlı hale gelmez mi?

Peki, onun içine dönmüş ilgisi, adeta uykuda gibi, onu dışarı karşı duyarsızlaştırmaz mı?
Yani, bir şeye tüm odağını verenler gibi, mesela bir kulağın alabileceğinden fazla gürültüyle dalgalanan bir sınıfta kulaklıksız ders çalışanlar gibi, en yüksek gürültüyü duymaz olmaz mı?
Derin uykuda gibi, en keskin kokuya tepkisiz kalmaz mı?
Körmüş gibi, gördüklerine kayıtsız kalmaz mı?

 Şu, bizi ağaçtan, taştan ayırdığını söyleyip öğrettiğimiz felsefe dininde tanrının yerine geçen ve yalnızca onu temel alanların da, felsefenin babası, anası denerek peygamber atandığı, o koca düşünce makamı bizi böyle kılmıyor mu işte?

 Bir ağaç ne kadar görüyorsa, o kadar görüyor; ne kadar duyuyorsa, o kadar duyuyor; ne kadar hissediyorsa, o kadar hissediyor; ne kadar hareket ediyorsa, o kadar hareket ediyor olmuyor muyuz?
Yalnızca orada var olan herhangi bir nesneye dönüşmüyor muyuz böylece?
Ağaç gibi, taş gibi hani.

 Salt burun, salt alın kesilmiyor muyuz?

 O halde tartışma yolunda yoldaşlarım, düşünce makamı bizi farklı kılar mı?

17 Nisan 2016 Pazar

Karşılaşmalar

 Ürpertiyor beni.
Hareketli iki nesnenin yörüngelerinin kesişimi ve bu ne çok şeye neden oluyor.
Basit bir yüzleşme.
Köşeyi dönen iki çift gözün birbirine çarpması yahut dinlediğin şarkının o sözüne, kafandaki daha önce denemediğin o kıvrımın çarpması. Enfes.
 Ağzınla, yeni girdiğin bir mutfağın en leziz tabağının tanışması.
 Teninle, yeni bir aşkın kaynaşması.
 Bir adamın, bir toplumla çarpışması.
 Birkaç adamın, birkaç yüzlü kalabalıkla çarpışması.

 Asırlarla pekişik, ürünü milyonlarca olan bir kültürün, yeni yaşam çözümleriyle tanışması.
Ne çok keyifti öncekiler ve kan döktü şu son cümleler.

 Gelsin beri derdimin öncüsü de, anlatacağım şu gerçeği dinlesin:
Her olayın nedeni karşılaşmalardır. Olaylar oluşları doğurabilir, tek tek hepimizin varlığı da buna bağlıdır esasen. Yediğimiz, içtiğimiz, arandıklarımız, hep o geceden gelmedir. Kılıfsızlığıyla bize imkan tanıyan o geceden. Belki de bir gündüz, her neyse.

 Oluşlar, kendi hallerinde varolagelir. Olur da rotaları birbirine değerse o zaman bir olay ortaya çıkar.
Olay; duygular, haberler ve sonuçlar doğurur. Oluşlar artık eski benliklerini bu yeni olayın iziyle sürdüreceklerdir. Kendilerinden farklı hale gelmişlerdir. Olay yüzünden, o çarpışma yüzünden. Başka bir oluşun kendi üzerindeki etkisinden.

 Fakat, yalın, pürüzsüz ve şüpheye yer bırakmayan gerçekliğin içine doğan ve doğduğu vakitten bu yana hep yaparak kirlettiği burada bir yenisi daha var günahlarının insanoğlunun.
 Her şeyde yaptığı üzere, düşünerek bir açığını daha bulmuş kendisinin ve habitatını kendi yarattığı doğada tek tek doğradığı gerçekte bir gedik daha açmış.
Emeli olan o olayı, bir oluş haline getirerek farkedilmez kılmak!
Tenleri ve tatları siyah fonlu beyaz yazılı bu sıkıcı görünümün üzerine yazmayacaktım elbet, aklı başında kalmalı üç-beş okurumla, dinleyicimin.

Bu bir olay ki ya da oluş ki, ya da bir olayın sonuçları, yahut oluşun nedeni, bulamıyorum, ki neredeyse doğumumuza varacak erkenlikte oluyor ve belki de ölüm döşeğinde ayırt ediliyor.
O, göğün ve toprağın bir gözüktüğü yerde her şey apaçıktır.

Bu, bir garip takas kaçamadığımız. Karşılaştığımız günü hatırlamadığımız ve çarpışmanın, tanışmanın, kaynaşmanın halen sürdüğü, bu sebeple de sanırım, oluş olarak bildiğimiz, bu olay; semptomları eğer tespit edilmişliği hatırlanırsa çok olan, hatırlanmazsa unutulan, bu sebeple fazla belirgin olmayan ve adeta bir rüyayı andıran, çok ama çok yanıltıcı bir hastalıktır.
 Bu yanılsamayı ayırt etmek için, tıpkı rüyalarımızda olduğu gibi, acı bir batma yahut tatlı bir dokunma gerekecektir.

 Canı yanan, uyanacak; tadını alan rüyayı gerçek bellemek için uğraşacaktır.

 Tıpkı rüyalarımızda olduğu gibi.

Bu, göz göre göre karşımıza çıkıp, böyle böyle olacağını bile bile ona çarpmamızı beklemeyecek kadar akıllı bir varlığın ürünü: insanın. Bu sebeple de, sezdirilmeden, sanki ebedi ve ezeliymişçesine hayatımıza sokulup, üçüncü halin imkansızlığı ilkesiyle pekiştirilmiş ve gittikçe kuvvetlenen bir oluş formülüyle hayata geçirilmiş, türünün her bir varolan ve doğan üyesi tarafından başarısı onaylanan bir fikir olarak doğup, artık neredeyse bir gerçekliğe evrilmiştir.

 Bir garip takas değil mi şu; zaten öğrenci doğmuş insan evladının, insanın bir kurumunda tercih hakkı olmaksızın öğrenci sıfatı alması, üstelik bunun iyi niyetli falan değil, büsbütün 'yetkili o kimselerin' keyfine çalışacak bir savaşçı/işçi (yeni adı vatandaştır) yaratmaya yarayan çarpıtılmış tarihi gerçekliklerin kulaklara tıkandığı bir öğretim oluşu, bu öğretim sürecinin hiçbir şey ancak sonu hayat sahnesinde başka iktidarların uğruna harcanmaya giden zahmet ve stres ve kaygı ve toplumsal kopukluk ve hiçesayılma ve hiç olma getirileri ve tüm bunların tercih edilemeyişi sebebiyle kişinin hayatının bilfiil işgal edili oluşu karşısında; halen kalkıp da, verdikleri fazlaca işeyarar, doğru, doğal, yani matahmış gibi karşılığında bir de sınav başı onlarca lira istiyorlar gençlerimizden.
 Yılları alındığı, sosyal varlığı çiğnendiği, varlığının doğuştan gelme istek ve ihtiyaçlarının yozlaştırıldığı yetmemiş gibi, onu şu ya da bu şekilde ama bir şekilde doğurabilmiş ve yetiştirebilmiş ailesinin cebini ve bu yetimin harçlığının kalanını da istemektedirler!

 Yok artık sayın izleyenler.
Ne zaman televizyonu kapatacak da, vermeyi bırakacaksınız bu paslı kocanıza?

10 Nisan 2016 Pazar

Dokuz Dört İkibinonaltı

"Bu günün teması şudur.
Mesleğin, sorumlu temsilcisi tarafından sorunlu olarak yürütülmesi. 

 Sahiden, pek çok görev türemiştir işsizliği bitirmek adına ve tek başına kaldığında hepsi, yine tek başına anlamı olmayan -de bağlacı kadar anlamsızdır. Bir insan evladı, günlük hayatın belki de ancak birkaç dakikasını tutabilen görevleri karşılamak için gerekli can sıkılmaması ve kurulu zekaya sahip değildir. Üstelik üzerine monotonluğun yüksek getirisi verimsizliği, kapana kısılmışlık hissini de eklediğimiz de görevin sorumlusunun bir süre sonra doğal olarak görevin sorunlusu haline gelmemesi işten bile değildir.

 Şu, görmezden gelinemez. Toplumda rol dağılımı kişilerin doğal becerileri ve içten arzularına göre yapılmalı iken, bizler hayatta kalmanın ve yöneticilerin kısa vadede ülkemize en gerekli olduğunu saydıklarını yerine getirebilmenin pratik çözümlerini kovalıyoruz ve bir üstadın lafına göre toplumsal bu alışkanlığın oturması için gerekli yüzüncü yılımıza çok yakınız.

Bu korkulasıdır.


Kralın bile değil, kralcıların yahut kralcı görünenlerin işletebileceği tembel bir mekanizma içerisinde hepimiz çarpıtıldık, hatta ilk etapta yadsındık.

Kendi doğurduklarımız bizi yadsıdı ve hırsıza hizmetçi koştu.

 Öyle bir yerdeyiz ki, elimiz kolumuz şuraya kadar bağlıdır: Toplumsal vicdanımızın düzeyi önünde, bir köşeye sinmiş vebalıların saldırıları üzerimizde haklıdır. Çarpıtılmış mekanizma, saygı ve  takdir mekanizmasından yoksun olmasına karşın, adeta dünyalı çağdaşlarına özenircesine kendini uygulamak zorunda olduğunu düşündüğü bir ahlaki kurallar bütününün baskısı altında hissetmektedir.
 Yurdum; dili yaralanmış, yüreği parçalanmış, aklı zehirlenmiş ve özgüveni yitik vaziyettedir. Geçmişinin vasat bir gölgesine indirgenmiştir. Kızamayız, güçlü olan iradesini hüküm kılabilmiştir.
 Yeryüzü dahi bu kudret sahipleriyle işbirliğine girmektedir biz yeni yetmelerin sırtına binbir yapay sorumlulukla basılırken! Toprak bizi çağırır. Yaşarken toprak olanlara, varlığı nelere bağlananlara bakın!

 Benliğimizin değeri kalmadığı topraklardır artık atalarımızın kanlarıyla suladığı.
Yaşı için, sahibi olduğu sıfatlar için (ki bunlar; oğul, bacı, kız, öğrenci, evlattır), yaşayıp da hissettiği için hükümler giydirilmiş, topuğunda prangalarla ve tepeden tırnağa suçlu bulunarak doğar Türkümün evladı.

O, topraktan çıkamamış,

Ölü doğumdur. "

9.4.2016 Zamanlığı, önceliklerinin yazarından.