31 Mayıs 2016 Salı

Ümit

 Bazı özel anlarda yeryüzü bir kadının vücudu olduğunda, bulutlar onun bacaklarındadır.
.
.
.
.

"Bu bana ilk gelişin" dedi,
"Bana geldiğine göre, bu sefer kuş büyük olmalı."

"Kuş mu?"

"Evet, depresyonlar ummadık anlarda üzerimize dışkılayan kuşlara pek benzer. Ne zaman geleceği bilinemez, geldi mi de temizlemek zahmeti ister. Hiç yoktan didinir durursun ve kötü görünürsün."

"Sen de peçetem mi oluyorsun?"

 İçeri doğru yürüdü.

"Çabuk kapıyorsun, elbette, para böyle anlar için vardır!"

 Onu oturmaya çağırdıktan sonra, görülmeyen bir yöne el işareti verdi.
Az sonra hizmetçi gelecekti.

 Epey yüksekteki katın, epey yüksekteki tavanından tabanına değin kapalı bir balkonu anımsatan duvarına karşı oturdular.

 Ne ki bu camdan tüm şehir görünüyor, hiç kimse duyulmuyordu.

 İzlemeyi kolaylaştırmak için camın en dibine konmuş bu rahat tüylü kanepe, çimlerde geriniyor hissi veriyordu.
 Duvarı boydan boya kaplayan bu camdan görüntü, dev bir ekranı ve dramatik televizyon kanallarını çağrıştırmaya başlamıştı.

 Orada şehrin tüm detayları; bir süreliğine dünyadan uçmuş sevgililer, birazcık malını satmaya çalışan pazarcılar, kahvelerde otlakçılar, öğrencilerden soyguncular, duygutanımazlar, fikirtanımazlar ve gamsızlar.

 Hepsi bir festivalin ayrı günlerini dolduruyor da göze batmıyor gibi, keyifli geliyordu buradan.
Her şey görünüyor, hiçbir şey duyulmuyordu.

 Zenginin penceresi böyle herhalde, diye düşündü.

 Alışmaya çalıştığı ses ona şöyle seslendi:
"Haydi kendimize iyilik edelim de, kendimizi gündelik usullerle yormayalım. Direkt saldıracağım kuşuna sen de buyur gel koltuğuma!"

"Hay hay!"
.
.
.
.
                                                                         
                                                                   
 "Bak oğlum, lağımda her şey pistir. Oradan yalnız bok kokusu, biraz sıçan ve paçalarına sidik alabilirsin. Bunlar kadınlarla konuşmayı bilmezliğin, kaba erkekliğin ve fanatizmin cirit attığı yerlerin sembolleridir.

 Bak oğlum, sokaklarda her şey gergindir. Oradan biraz şanslıysan ucuza keyif ve kadın, orta halliysen ay sonu gerginliği ve pazartesi halsizliği, bahtsızsan da sokakları huzurlu kılma arzusu ve devrim tınıları alırsın.

 Bak oğlum, buradaysa her şey sakin bir uyum içindedir. Her şeyi olduğu gibi ve zavallı haliyle görürsün. Burada her şey, senin keyfine hizmet eder. Sen, başkalarının keyfine değil yahut başkalarının sunduğu keyfi ödemezsin."

"Fakat, öyleyse şayet, hangisi haklıdır?"

"Hepsi!"

"Nasıl?!"

"Her şey dolanıyor ve varoluyor ancak hiçbiri ötekinin üzerinde dolanmıyor!"

"Korkunç bu dediğin ve koca bir tarihi yadsımak!"

"Yalnızca göz derler buna."
Hizmetçi, sigara ile efendisinin en sevdiği latte-sıcak çikolata karışımından kahveleri getirir.
"Hem, gördüklerinden rahatsız oluyorsan, belki gözün bozuktur ha?"

"Lağımdaki iddaasında, sokaktaki durmak bilmez ve yalnız yıpratıcı ve asla yapmayan savaşında, zengin kamarasındaki de sonsuz zevki ve sonsuz objektifliğinde haklıdır ve insan dediğimiz varlığın aradığı o soru için cevap yok mudur? Yani içimizdeki kaynaksız ve dinmez özlem, hepimize yarayacak bir yaşam çözümü sunmaya yaramayacak mı? Nereye doğru büyüyoruz?"

 "Tüm çam ağaçlarını tanımak için yalnız birini incelemek kafidir.
Lakin insan, ah. Hepsi ortak bir temelde kurulu ve aynı mekanizmayla çalışır. Hepsinin trajedileri ve gülmeleri vardır.
 Ne ki, hiçbiri aynı değil, yalnız benzerdir.
 Hepsinin arzularına bulduğu çözümler çeşit çeşittir. İnsan, rengarenktir ve bir tanesi bile içinde sonsuz renk taşır. Karaktere inanmam ben!"

"Sus artık, tüm depresyonumu yalancı ve boşa çıkarıyorsun! Mutlu ve rahat kılıyorsun beni."

 Açık kalan ağzını ikram sigarayla tatlandırırken, yahut acı baharatı ağzına tıkarken, gözleri de açık kalmış şaşkın bir bilinçle şehre bakıyordu. Sanki bu sefer baktığında, daha fazla detay ve incelemeye değer pek çok şey görmüştü.

"Eğer ormanın yalnızca kökünden bakıyorsan, nasıl güneşi ve yeşili görebilirsin? Orada kara toprak ve ağaçların gölgeleri vardır.
Söyleyeyim oğlum, insanlık ormanı sık ve narin değil, nadir ve kocadır.
Orada çok ağaç yoktur ancak bir gür orman görünecek kadar büyük çınarlar vardır.
Ağaç olan birliği ve nefes üfürmeyi tadar. Oysa köklerdekiler yalnız o nefesi alır ve zehir olarak geri öderler, o da onların görevidir. Hangisi sana nefis geliyor?
Bir de dağın zirvesi vardır. İşte orada tüm yeşiller, mavi gökyüzü ve sarıbeyaz güneş göz kırpar.
Her şey olduğu gibi ve en yalın haliyle görünür."

"Kökler, lağımı ve sokağı imgeliyorsa, yeşil de kahramanlarımızı; dağın zirvesi de burayı, zengin kamarasını mı anlatıyor?"

"Hayır, güzelim. O bize tarihi anlatıyor. Hiçbirimizin hiçbirimizin gözlem ve akıl yürütme yeteneğinden kuşku duyma hakkı yok. Zira hepimiz az ya da çok bunları becerebilir ve buna göre insanlık orkestrasında yerimizi alırız. Her fikir ayrı bir enstrüman eder ve nihayetinde o acı-tatlı harmoniye katkısını yapar.
Ancak bildiğin gibi, tüm bunlar için nota bilmek gereklidir.
İşte o nota, tarihtir.
İnsanlığın orkestrasında yer edinmek isteyen, önce kendi zirvesine tırmanmalıdır. Orada bakmayı bilen, pek çok öğüt bulur.
Dindar mısındır?"

Soru onu şaşırtmıştı, hoş arkadaşı ne dese şaşıyordu birkaç... Dakika mı demeli saat mi? Ancak bir ortak buluşmada iki cümlelik sohbet ettiği bir adamdı bu, lakin vardır böyleleri, seni senden önce tanırlar ve sanki ezelden beri tanıyordur ruhlarınız birbirini!
Hiç çekinmemişti gelirken ve girerken içeri.
 Belki de büyüsü, onu pek az tanımasından geliyordu yahut tanımamasından.

 Cama, şehre, sigaraya, sıcak çikolatalı sütlü kahveye (bu ona gevrek mısır yediği çocukluk günlerini anımsatmıştı) ve arkadaşının ezgili sesinden kurulu orkestraya, bütünüyle notalı o sahneye döndü.

"İçimi rahat ettirdiği zamanlar."

"Öyleyse sana en büyük günahı söyleyeyim."

İşte, nefesini tutmuştu.
Sahi aşkla yanan kadınlar, aşkının bir öpüşüne bulutları sel, yeryüzünü deprem edebilirler. Ya da öyle muazzam bir şey.
İşte bu adam da onun üzerine gerçekleri bir sel ve zevkleri deprem olarak getiriyordu.

 Sözleri bir el gibi belinden boynuna bir ürperiş olup okşuyor ve aklının sıcak noktalarına serin bir yastık, yüreğine kuş tüyünden rüzgar oluyordu. Boşversindi dünyayı, herkes her şeyde haklıydı! Ah ne rahatlatıcıydı bunu demek.

.
.
.
.


Oğlan ayrılırken ardında yeniden geleceğinin sözünü bırakmıştı.

 Şimdi dünyayı arşınlarken yepyeni arzularla dolduğunu hissediyordu.
Yaşamı bir büyük merceğin altına almış, onun her zerresinde merak tohumları ve bilme arzusu bulmuştu.
 Kavga eden insanlar, rahat eden insanlar ve her çeşit türden yaşam. Hepsi düşünüyor, hepsi hissediyor, hepsi tepki veriyor ve hepsi bir şeyler biliyordu. Amma ürkünç ve bir o kadar heyecanlı bir meraktı bu şimdi keşfettiği. Herkesin her şeye dair fikri ve hisleri olması. Herkes en az kendisi kadar geçerli hislere ve fikirlere sahipti!
 Bu adrenalin miydi yoksa?
 Yaşam şimdi bir riskli kumar, heyecanlı ve ücretsiz bir tiyatro gibi geliyordu.

 Sokaklar aştı ve hiç yorulmadı, gördükleri, duydukları önce kalbine giriyor, adrenalin olup vücuduna yayılıyordu. Böylesine yaşamak ve öğrenmek arzusuyla dolmamıştı.
 Önünden ve arkasından geçen insanların yaşantılarını merak ediyor, apartmanların her bir dairesinde birer gece geçirmek, herkesle çay içmek, yemek yemek istiyordu.

 O böyle yorulmaz ve dinmez merakla, kendine en gerçek tutkuyu edindiğini tekrarlarken, ümit, ateşten bir mercek olarak gözlerinde vuku bulmuştu.

28 Mayıs 2016 Cumartesi

Kelebek

 Davranışlarımı çıkardım smokininden ve çırılçıplak olduğumu kimsenin bilemeyeceği bir odaya saklandım, burada hayvandım bir ahıra.
 Önce soğuk bir duşa tuttum ama ruh halimi ki arınsın aylardır biriken gündelik gam ve insan elementlerinden, bu bir vahaydı bana.

 Afilli laflar, akıl yürütmeler ve diğer takılarımı da astım kapımın önüne, dileyen alır satar diye.

 Bu bir riyazet yahut yalnızca vazgeçiş hali.
 Bir koza yahut terk ihtimali.
 Sonu;
 Sonsuz öğrencilik yahut sistem ihtilali.

 Kelebek üzmese bari hiçbirimizi.

 Ama o bir muhtar adayı mı ki?

25 Mayıs 2016 Çarşamba

Mezunlara Veda

 Bir şeyden hoşlanmasak da ona bağlanabileceğimizi anlıyoruz vedaya yaklaştıkça.

 Uykudan uyanayakın tüm rüyaların bilince akıp bir şerit halinde kaymasıdır belki bu şimdiden gelen nostaljik özlem hissi, belki de bir şey gibidir bu artık sevilebilir yönlerini görüp sayma dürtüsü: Sevmek gibi.

 Detaylarını, isimleri ve gıybet niteliği taşıyan her olayı at 1 kenara. Gençlik aşkımızı gömüyoruz buraya. Ve yıllar onu başka isimlere, yüzlere, arkadaşlıklara verecek.
 Bir gün gelirsek en azından duvarlarından anı zerreleri dilenmeye, belki de tüm çatı taşınmış olacak.
 Farklı yüzler ve aynı beyaz önlükler göreceğiz ve onların benzer arkadaşlıkları.
 Farklı yüzler ve aynı öğrencilikler göreceğiz ve onların benzer aşkları.
 Ancak bizimkiler artık hafızamızın bir parçası. Ve asla arkamızda kalan anlar gibi sımsıkı, içiçe ve heyecanla olmayacak bir daha. Kendilerimizi bir araya getirip tutacak daha kuvvetli bir sebep bulamayacağız ortakça.

 Haydi üzülün, gülmediğiniz suratlara, tanımadığınız arkadaşlara ve iptal o kutlamaya. Darılıp, üstten baktığınız hocalara.
Ehehe, amma ergenmişiz hepimiz ve onlar da. Hepimiz çocuklarız aslında bir şekilde bozulmuş toplumsal yapımızın sinemizde açtığı boşluğa aradığımız babayla haşır neşir olan.

Buldum işte!

Akşam yedi haberlerini ve sabah gazetelerini süsleyen mutsuzluklarımız bundan olmalı! Bize baba diye geleni hemen baş köşeye almamızdan.

 Ama oğullarım, ve kızlarım da;
Baba ancak kişinin kendine olabileceği bir şeydir.
Anne ancak kişinin kendine olabileceği bir şeydir.
 Ve o yüce bedenler bile senin varlığına karışmazken, ne diye hem baba deyip hem mutlak hakimiyet veriyorsun bir başka çürüyen bedene? 'İktidar' niyedir?

 Ah oğullarım, ah kızlarım.
Bir acılar kervanındayız hepimiz. Acıyın hepimize.

 Sokaklarda hiç değilse dizini parçalamamış
çocuğun iyi bir yetişkin olduğu nerede görülmüş?

 Zira mezuniyet aslında bir giriştir ve her durağında acılar olan bir sınırsız Interrail bileti almak gibidir.
Yetişkinlik de, daima öndeki trendedir.

 Kolay gelsin.

20 Mayıs 2016 Cuma

Güzel ve Lezzet

 Yaşam, bir uzun andır.

 Yüzlerce rastgele fotoğraf, tek tek ve düzensizce, kısa aralıklarla değişerek görünür belleğine ve belki de belleğinden.

 Hafıza...

 Onun kekremsi tadı. Bazen de yalnız başına yolculuk ederken yahut sıkıcı ders veya mesai saatlerinin içindeyken (ikisi farklı mıdır aslında?) seni güldürebilen; belki imkanımız olsaydı, sırf bu kadar kararlı bir kaotik örüntüyle bizi meşgul tutuyor diye söküp atacak olduğumuz.

 Anılar ucuca eklenip, hayatımızın bütününü oluşturuyor ve tam bu ana getiriyor bizi. Senin okuduğun ve benim hangi koşullarda, bir sandalye başında gecenin 22.45'inde pijamalarımla mı yoksa kayıp bir iddaadan sonra pantolon için boxer, ayakkabı niyetine terlik ve kışlık kalınlıkta, diz uzunluğunda baklava desenli çoraplarla sahilde çekirdek çitleyen teyzeler ve martıları simitle taşlayan sevgilileri görürken, bir sevgilimin hediye ettiği deftere bir başka sevgilimin hediyesi kalemle mi yazdığımı bilemeyeceğin bu yazıyı şu anda yazmakta olduğum ana.
Kader, var sayıyorsak, bizi en özel olan tek ana getirdi. Şimdiye.
Ne kafa karıştırıcı. Bu an ve onun yaşadığımız her şey tarafından istenmesi. Belki de kader daha çok kabataslak bir şemayı ifade ediyordur.
 Baksana, yalnızca kafamızın bize  bütünüyle iyi  hissettirdiği anları kader çerçevesinde ele alıyoruz, ne keyifli bir sahtekarlık bu, değil mi?

 Doğamız en yararlıyı keyifle ölçüyor ve daima en yararlıyı istediği için, keyfi arıyorken hepimizin önünde sonunda hedonist - pragmatist kırması zihin durağına varmaması elde mi? Bunun doğal ve kader olduğunu kim reddedebilir?
Yeni bir hedonizm akımı çağımızı yıkayıp paklayacak dediğinde belki alaycıydı Wilde, ama onun yaşamı bile kendi kurgusuydu.
Alaycılara ne derler bilirsin; Üçüncü yangın geldiğinde çobana kimse inanmaz.

 İşte, bir çağ bu 21. yüzyıl hedonizmin yıkadığı ve pragmatizmin inşaa ettiği. Ancak her ne kadar paradoks gibi görünüyorduysa da, keyif mi yarardan, yarar mı keyiften gibi, keyfin yararlı olanı bulmak adına olduğunu artık biliyoruz. Yararlıysa keyiflidir.
Yapısında şeker barındıran herhangi şey, sanki programlanmışız gibi bizde daha tatmadan yeme isteği uyandırır. Bakması keyifli olduğu için güzel dediğimiz vücutlar, yalnızca sağlıklıdır. Düzenli
su içmeye niye başladık? İnsanın öpüşmek ve sevişmeyi keşfi nasıl olmuştur? İnsan bunları sürdürmeyi niye istemiştir?
Güzel ve lezzet, yalnız varlığını devam ettirmen üzerine olabilir mi? "Uğruna yaşadıklarımız" demişti Robin Williams, Ölü Ozanlar Derneği'nde romantizmi anlatırken.

 Lakin doğaya ana denmesinin başlıca sebebi, onun bir kadın olmasıdır ve yeterince ilgilenilen her güzel kadın gibi basitçe ve yoğunca arzulanan, zor duruşlu, nazlıdır ve her insan gibi tüm zırhlarıyla dolaylarınının ardında, en yakınında sıkma/bıktırma ihtimali taşır. Her dünyevi şey gibi demeliydim.
 O yüzden o da ilizyonları sever ve sırf bu yüzden keyif için kendi hackleri vardır. Evet o şeyleri hepimiz tadıyoruz ya da tadacağız, varoluşumuza hiçbir hayati katkısı olmayan katıksız zevkleri. Değil mi? Bir baksana:

Üreme amacı gütmeyen, spor için ve spontane seks, üstelik tüm zırhların bir yana seni içeriden yıpratan sigara, hayatta kalmanın yegane sebebi ve doğayı alt etmek için sınırlarına kadar genişlettiğin zekanı şimdi uyuşturmak yolunda açlığı dinmez yoldaşın alkol, belki varlığını en azından sürdürebilmek için programlandığın en temel toplama hırsının suistimali, alışveriş.

 Bunları önümüze kanıp kanmayacağımızı denemek için; oyunu ilginçleştirmek için de kafamıza bunları anlayacak beyni koymuştur.
 Evet çoğu, tanrıların hazla acıyı karıştırdığını da söyler, sırf oyun için. Nitekim bu da bir insanla varabileceğin en uç bağı tanımlamıyor mu zaten?

 Her neyse, her izafi açıdan geçici olan bu uzun anı bizler olabilecek en detaylı haliyle deneyimlediğimiz için içerisinde yediğimiz haltlar önem kazanıyor.
 Zira biraz önce yediklerini az sonra sindirmek zorunda olman, işte yalnız bu, seni bazı şeylere dikkat etmeye mecbur kılabilir.

 Yasak yoktur zira,

 Sonuçlar vardır.

 Geceye günaydın.

1 Mayıs 2016 Pazar

Afil

 Gecenin içinde insan ayağı sesleri. Deniz üstü ay ışığı ve yemeküstü yürüyüşü, sigarasına nazaran.
Bu yemek alzheimerlılarındır.
Ayak konuşur:

+"Biraz süzeyim seni, kara gecenin gece lambalarından çalıp sattığın ışığınla bembeyaz, nurtopu gibi seni. Büyük, iri, kraterli gövdeni.
Ve hatırlayayım çocukluk düşlerimi, yüzüme ışık verdiğin, o ışık ki sonraki gün bile yüzümü görünür, sesimi duyulur kılacak, "sonra" epey uzun, epey kısa zamanı tanımlar.
Ama her karanlık, uzayınki bile olduğuna göre, aydınlığın tatiliymiş, sonunda çıktı senin de yüzün ortaya.
Söylesene koca kafa, nasıl, sen bile; öyle büyük, öyle ihtişamlı ve gökkubbenin içinde, oldukça kalıplı ve etkileyici. Nasıl bir büyük sahtekar çıkarsın?
 Gövden hataların kadar eden yaralarınla dolu, nasıl, sen bile, saklarsın bile bile, yıldızlardan arak ışığınla bunu?
Söylesene, sen, daha ufakların aydınlığı ve sesi, nasıl yalnızca 'birazını almaya ve yalnız satmaya' yararmışsın?
Sen bile, söylesene, ne diye kendini hayatı savuşturmanın ince, dengesiz ipinde savurursun?
Söylesene, en gökten bakıp, en karanlıkta en derine lamba olan, ne kalır şimdi?
Sen bile, bir savuşturma, kaçış ve yanılsamasın.
Baksana, en yukarıdan en aşağıyı görebilen, var mı bu yeryüzünde o iri adamlar ve kadınlardan eser?
Kaldı mı, öykülerimizi süsleyen, şiirlerimizi yaratanlardan bir parça?
O karakterler duruyor mu? Yalnızca, alıp, satmaya mı yarıyorlar?

 Her kim, artık, o gerçek şeyleri başkasına şov etmek, bir başka canlının üzerine çıkmak, yaşamının temel ögelerini dramatize ederek abartmak dışında kullanıyor?
Her kim, artık, kullanmak yerine, onlarla yaşıyor?
Her kim, artık, gerçek?

Söylesene koca kafa, gözlerin de iridir:
Gerçek, artık, unutkan kafatasımızın içerisinde algıladığımız kadar mıdır?
İki kere ikiyi beş öğrenseydik, beş olacak olan mıdır?

 Söyle, senin rehber, yol gösterici ve hakiki ışığın bir kendini kurtarma, birini daha kazanma, yukarı hissetme çabası mıydı sahiden?
 Bilgi bazen bazının hayal kırıklığıdır.
Işığını senin ve bütünüyle sen sanmakla yanılmışsak, bu bize kendimiz hakkında ne söyler?
Bak onların yüzlerine: Mimiksizler.
Bak onların sözlerine: Azizler.
Bak onların ettiklerine: Hiçler.

 Görkemli lafların ve afilli sözlerin efendileri, tütünleriyle kendilerini zehirliyor, elleriyle apışlarını tatmin ediyor ve daima "amma zevkli" diyorlar. Sen, koca beyaz kraterli kafa, gerçek bile olsaydın, ışığın onları vurmazdı. "Burada alıyorum ben tadımı, kimse kimseye karışamaz!"
 Görkemli tavırların ve afilli duyguların temsilcileri biraz sonra da "Sen şunu yapma, bunu olma" diyorlar.

 Tanrım, ne çok çelişki ve ne çok delilik!
 Tanrım, bunu dile getirenin sıfatı ne çok delilik!
 Tanrım, bunu dile getirmenin bedeli ne çok delilik!

 Yetmiyor gibi, ayın altında ve yastığın üzerinde, düzinelerce ses.
Mutlu, mutsuz, memnun, değiştirmeci, yenici, eskici, ilkel, medeni, dindar, nihilist ve her rolden haklı birkaç taraf.
Doğa nereye, doğa niye?
 Tanrım, gençlik ne ulu bir geçiş!

 Burada küçük insan yemeğini yiyor ve resmi evrakların kuşattığı, özünde ağaç şimdi bir masa olan o çamın üzerinden, daima alçak sesiyle, duyulmak istemeyerek ve kaçarak fısıldıyor: "Gençliğin bir getirisi, zamanla sönecek"
 Burada ortada kalan insan yemeğini yarılamış ve afilli lafların kuşattığı, özünde ağaç şimdi bir kağıt olan o sayfanın içinden, daima kafanda kurduğun sesiyle, çok duyulmamış olarak ve çokbilmiş fısıldıyor: "İnsan gençken dünyayı değiştirebileceğini sanır, orta yaşında yalnız kendini değiştirebileceğini anlar, yaşlanınca da hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini farkeder."

 Burada gerçek insan yalnız gördüklerimiz kadarıyla var oluyor, o yemeğini bitirmiş ve vedasını etmiştir. O artık konuşmaz. O, konuşmayı da tutmaz. O, yaptıklarıyla vardır.
Onun kurdukları, ettikleri, bizi ve çevremizi oluşturmuştur.
Onun yaptıkları bize haykırıyor:
"Aldırma, kaybetme, yarat"

 Dostlarım, ne yazık ki sizler, dinlediğiniz ağızlara göre kulak değilsiniz.
Ne yazık ki sizler, masamda beklediğim gücü her şeye yeten arslanlar ve en çirkin kötülüğe, en büyük yenilgiye yıldırım gibi gülenler değilsiniz.
Ne yazık ki sizler, bir laf ettiğinizde, onu geldiğiniz topraktan, gördüğünüz güneşten değil, biriktirdiğiniz direktiflerle edenlersiniz.
Ne yazık ki sizler, yıllardır okuyor, hiçbir şey bilmiyorsunuz.
Ne yazık ki sizler, büyük ve ulu denenlerin yalnızca ulu ve büyük olduğunu öğrenenlersiniz.
Ne yazık ki sizler, bugün, unutmuş hatta hiç öğrenmemiş, kendine ve çevresine inancı sıfırlanmış, yitiklersiniz.
Ne yazık ki sizler, tutunamayanlarsınız.
Ne yazık ki sizin tutamadıklarınızdan tutunacak olan sırtlanlar mevcuttur.

Ne yazık ki, bunların hiçbirinin yazıklanacak bir tarafı yoktur.
Ne yazık ne de iyidir, bunlar bir satrancın sonucudur.
Her şey, olduğu gibidir.

 Bize bakanın hissetmesi en doğal olan şey; ancak zayıf ve acınası hale düşmüş ve bunu özgür iradesiyle kabullenmiş birine baktığımızda hissedeceğimiz şeydir.
Unutulmaz sonsuzlukta bir acıma ve sonra yüz çeviri.

 Kimse zamanın şu denizin dalgalarından yakamozu söküp sökmeyeceğini bilemez. Yakamoz reddedilmez durmasına rağmen.
Kimse o koca sahtekar ayın gidip gitmeyeceğini; kimse bir güneşin doğup doğmayacağını bilemez.
Yıldızlar hep vardı. Ve uzayın boşluğunu temsilen o karanlık da hep daha fazla.
Gece hep aynıydı ve onu bulan insan kafası da.
Tarih hep aynıydı.
Ve ona zamanla farklı farklı bakan insan kafası da.

 İlk değiliz,

 ama,

 son muyuz acaba?"

 Ayakkabılar bir süredir kayaların üzerinde, yakamozca yalanmaktaydılar.
 Bir uyuşuk mutluluk ve hüzünlü aydınlanmayla, doğru bir şey yapmanın hazzının sentezi o his yayılır damarlara.
Hücrelerin bununla dolup gözlerden taşmasıyla, gülümsemeye yaklaşmakta bir ağız dansa kalkar.

 Ve zihnin hiçbir yerinde aradığınızda bulamayacağınız o seslerden herhangi birine benzer bir tanesi, şairlerin ilham, filozofların mantık, dramatiklerin doğanın fısıltısı, peygamberlerin vahiy dediği ama belki de yalnızca hayatta kalma mekanizmamızın bir başka bahanesi o ses, o gerçek bir ürperme kılığında sırtına sokularak konuşmacıyı bir büyük geceye ve arafa boğar:

Hepsi bir ya sonunda?