29 Eylül 2024 Pazar

Kırık Lacrimarium

 Veda metnim hazırdı birkaç haftadır lakin salla, sana doğaçlama girişeceğim. Neticede seni iyi tanırım, bisiklet sürmek gibi.

 Sıkıntı, burası hatırladığım gibi değil. Tozların arasındaysa biraz astımım tuttu. Neyseki bu siteye bir daha uğramayacağım.

 Yine de bu şarap senin için, önemsiz olduğunu düşünmemelisin lakin oldukça işlevsiz.

 Burada artık kimsesizsin, ben bile uğramıyorum. Şöyle bir baktığımda hoşuma da gitmiyor.

 Ah, ne de beğenir geçmiş yüzyılların ustalarının yıldızı değmiş tümceler görürdüm eskiden. Şimdi hoşuma gitmiyor.

 Kimse eski kustuklarını sevmez zaten.

 İlk dekat antolojimiz bir ölümün müjdesiyle derleniyor. Uğramamak üzere dokunuyorum piksellerine.

 Seninle işim basitçe yere bırakarak bitecek. Böylece seni öldüren ben olmuş olmayacağım. Öylece oldu denecek, gerçekliğin bir getirisi. Sadece varsa kafamda seni tutan bir-iki nöron, onları yeniden görevlendireceğim. Düşeceksin.

 Benim kusma kabım. Romalılar daha zarif bir ifade geliştirmişler buna, benimki biraz kaba.

 Öte yandan niyetimi direkt belli ettiysem de üzerine biraz konuşacağım.

 Onlarca metin içinden seni refere olarak disosiyatif motoru aldım. Sebebi rezaletin uçlarını göstermekti. Kusma kabı tüm kişiselliğiyle bile kişisel olmayan bir şeydi. Bencil yazılarımızın bencil olduğunu belirtir ve dalaverede bulunmazdık. Arada tek tük olurdu. Yalnızca kendinden bahseden ve bırak dünyada bir şeye işaret etmeyi, düşünsel bir form bile olmayan, yalnız edebi bir estetik veya içsel bir kavgayı aktaran. Fena değildi herkeste olan iç meclisi bir gemi ve deniz metaforuyla ifade etmen ve yine herkeste olan içteki çeşitli kişileri seslendirmen. Yine de, peygamber metaforları kokuyordu ve neydi o renkli yazılar? Üstelik herkesin kendine psikolojik rahatsızlık beğendiği yıllarda kendine disosiyatif bir tanrı kompleksi seçip buna mı subliminal yollar örüyordun? Peh, o zamanlar gözünün çarptığı her yerde bir bipolar illa oluyordu veya havalı gözükmek ümidiyle biseksüel olduğunu iddaa edenler. Denedik tabii aynı cinsleri öpmeyi, tat vermedi. Terimler ilk yayıldığında da bir düşündük biz de olabilir miyiz diye. En mantıklısı disosiyatif bir tanrı kompleksiydi. Zira realistti, hepimiz gerçekliğimizi kendimiz yaratıyoruz (birey olabildiysek) ve içimizde tüm zamanlarda farklı sesler var (düşünme süreçlerimiz). Daha renkli ifade etmek istersek, tanrılar ve tanrıçalarız hayatlarımızda, iç meclislerimizle. Ve aşk da bir karşılıklı tapınma işi.

 Neyse gençlere çok yüklenmemelisin, herkes kimliğini arıyor.

 Neydi o deniz kadını? Öyle biri mi vardı? İlhamını ne zaman bir kadın belirledi?

 Zamanında farketmesem de bu dalavereler, sırf güzel duruyor diye bir tümcenin arkasına ötekini takmalar itti beni. Bu sonradan oldu. Hep böyle değildi.

 Neyse kendine çok yüklenmemelisin, biçim zevki zaman zaman değişir.

 Rahminden çıktıkların bile seni farklı biliyor öte yandan kimseye asık surat borçlu değilsin.

 Her şey aynı anda oluyor, farkındayım. Kafada açık bin sekme kafa karıştırıcı gelebilir lakin hepsi özenle inceleniyor.

 Yazdıkların bok gibi. Hoş, herkesin yazar olduğu noktada. Kendine hiçbir zaman yazar demedin ve bu yönünü seviyorum. İddaan "yazmak" değildi.

 Bir konuşma da değildi, şu anda da olmadığı gibi. Kimse ne öğretmendir ne kahraman. Bu, benim için. Şöyle bir dünyaya baktığında üç beş yüreği yoksuna niye laf anlatayım? Bu, benim için.

 Üstelik bu satırlarla kimse ilgilenmiyor artık. Beslenmeyen ağaç ölüyor ve ne hoştu ilk defa birinin biosunda alıntılandığını okumak.

 Öte yandan bugün bambaşka biçimler söz konusu. Yeni kıyafetler. Zaten blogspot bir araç değilse neydi? Dönüp seni hatırladığımda, ki seni kendi biolarımda çürümeye yüz tutmuş olarak buldum, diriltmeyi düşündüm. Bir gece personası, gündüzüyle ilgisiz. Veya gündüzü onun personası. Kimse bilmese de olur.

 Lakin geri dönüş olanaksız.

 Geçmiş yıllar geçmişte kalıyorlar. Yani artık yoklar. Geçmişte seni ören eller de öyle. Her şey daima yeni ve her şey daima ileri gidiyor.

 O halde seni tatlı tatlı defnetmeli. Hakettiğin ölçüde tatlı. Belki de değil. Keyfim öylece bırakmak istiyor. Vedalar gözü önüne kesin bakmıyorsa illa bir pranga oluyor ve ben vedalarda oldukça iyiyim.

 Doğru kullanıldığında ne de etkilidir vedalar. Bir şeyin ışığını alır ve başka bir şeyi aydınlatır. Bir sinek olan insansa daima ışığa gelir. Bu noktada zamanın ruhu on binler değil yüz binler. Şaka tabii, insan sinek değildir. Yine de ışığı sever. Tüm gözleri karanlıktadır ama.

 O halde antolojimizi derleyelim. İlk dekatın parlak noktaları.

 Fazlaca karışmadan evvel, söylemeli ki bu bir zamanlar akşam olan krallığın ekinoksu. Hepimiz anda yaşar, gözlemler, korur, elde eder ve bazen fethederiz küçük kahkahaları, şanslıysak biraz da gözyaşı zira bu bize hayatta olduğumuzu hatırlatır. Gece yarısına yaklaşırken, ne zaman gündoğumuna varacağımı bilmiyorum.

 İlgimi de çekmiyor, göreceğiz, bu seni sıradan birinin içine alan bir bilinçaltının günlüğü gibi. Gözlemlemiş, korumuş, elde etmiş ve fethetmiş küçük kahkahaları lakin bir gözyaşı yakalayamamış. Bu ifade ederki bu kişi canlı değildir. Ölüm, başlangıcıdır o kimyasalların damarlara ve oradan kalbe, ilk atış, sonra beyne ve öyleki şimdi ateşle tutuşmuş, kıvılcımlar, ışıltılar loş bir ışıkla o siyah ve gri bulutları aydınlatıyor ve daha yüksek bir gücü çağırıyor. Yolun sonunda yine yalnızca insan, sıradan biri. Gözlemleyen, koruyan, elde eden ve fetheden küçük kahkaları ve ümit eden bir gözyaşı yakalamaya. Tabii bu bir şaka, yakalamadım, varlığından bile emin değilim. Bir ilizyon gibi, rüyasal bir yaşam sekansı diğerlerinin bizim hayat dediğimiz bu rüyasal aleminde. Bazen oraya düşüyorlar, bazen oradan çıkıyor gibi hissediyorlar, bazen parmak uçlarının tam yüzeyin biraz dışına çıktığını yakalıyorsun. Yine de dalgalar onları geri alıyor. Lanetliler ve belki de kutsanmışlar orada yaşama kabiliyetiyle. Arafta yaşamaya başladığımda belki öylesi daha iyi olabilir diye düşünmüştüm.

 Tabii gökyüzü, limitini bilmiyoruz, nerede bitebileceğini, bitip bitmediğini, sonsuz gözükse dahi elimizdeki bilim değil yalnızca bir takım sezgilere veya yüzyıllar önce yaşamışlara dayanan iddaalar.

 Farklı yüzyılların farklı bilgi tabanları, farklı kaynakları, aşağı demek istemem. 

 Lakin şimdi, deniz, bilinçaltının bir metaforu değil, hayatın sana fırlattığı ve seni hayatta tutan ve seni oradan oraya sürükleyen tüm frekanslar için çok daha büyük bir metafor. Çoğunlukla frekansı, kendi yayınını veya belirli bir raddeye kadar çevreyi kontrol etmedikçe kontrol edemeyeceğin şeylerden oluşan ki hepsi gerçekleşmiş, gerçekleşmekte olan ve gerçekleşecek olanı belirleyen bu daha büyük olan kaotik düzen tarafından orkestra ediliyor. Onu kendi biçimine bükebilirsin, iradene ve nişan alabilir, sakatlayabilir, dövüşebilir, kırabilir, acıtabilir, besleyebilir, yetiştirebilir, içine yaşam üfleyebilirsin.

 Genç bir erkek olarak kendimi arafta buldum ve bu büyük okyanusun ne kadar derinleşebileceğinin limitlerini biliyordum. Belki lanetlenmiştim bilgeliği ve bilgisiyle bu varlığın. O bana konuşur, sorar, nereye gitmeli, ne yapmalı ve nasıl yapmalı. Bir şekilde onun anahtarlarını elimde tutuyorum ve belki de kutsanmışım. Lakin gökyüzü, bir sezgi bana her ne kadar ayaklarımın altında olanın bir ayna, yalnızca bir yansıması olduğunu yukarıda olanın fısıldasa da, hala sorular doğuruyor orada bilinecek neyin olduğunu tümüyle anlamak için. Ya da bilinebilir mi? Yani her ne kadar bazı terimler onu isimlendirmeye çalışsa da, sanıldığı kadar kompleks değil ve tanrı var değil lakin sadece bir çift göz sana bakıyor, seviyor, gülüyor ve bazen seninle birlikte bir gözyaşı yakalıyor. Yine de hala tüylerimi ürpertiyor ve derin bir odakla tüm bu bokun ne anlama geldiğini bulmaya çalışıyorum.

 Limitleri biliyorum, şüphede değilim, köşelerimi biliyorum, varsa kıvrımlarımı ve ne bekleyeceğimi veya ne beklemeyeceğimi. Ona yakın olduğumu bile düşünmüyorum. Kalan seçenek, kalan tek seçenek orada ne olduğunu bilmek için, ki, yüzeyin altında olduğunda tüm yaşamınla korkacağın tek seçenek. Ve her ne kadar takılan, alımlı bir seçenekse de ne sikimde ki? Onu belirsizleştirmekten hoşlanıyorum, onu daha da uzağa itmekten zira kapı bir kere açıldığında ne kadar göz açıcı olsa da çoktan ölüyüm ve bakıyorum. Kovalamıyorum. Bekleyebilir. Bunu büyük bir gülümsemeyle yapabilirim ki ben geldiğimde tümden sırılsıklam olabilir. Şöyle ki, şu an, katedilen yolu farkediyorum ve bol meyve görüyorum, iyilerinden.

 Gece yarısına yükseldiğimizde kendimizin okları olacak. Kimsenin atık yıldız tozlarını görmeyeceğiz ki bu oklar yüzey altı kalan varlığın atomuna derinlemesine penetre olabilecek ve bunu kesin olarak kullanmak tam da bu nefret zincirinin ihtiyaç duyduğu fırsat olabilir. Onun yerine kendisini kaotik düzen olaran isimlendiren varlığın derinlerinden öylesine bağlayıcı ve su yüzüne çıkan bir sevgi zinciri yükselebilir ideallerin bulutlarının kendisinden ve barışın rengiyle zira yükselen zeka insanları bulur ve savaş bir başka insanı öldürmek teşebbüsü değil, çaresizliği, ümitsizliği öldürmek teşebbüsüdür. Öyleyse zihinle beraber, ölmenin sebebi ölür. Kimyasallar atomlarımdan damarlarıma enjekte olduğundandır, kalbe ulaştı, donmuş bir kalp biçimde bir ateşi tutuşturdu ve güzelce yerleşti. Sonra beyne ulaştı ve her ne kadar siyah gri bulutları olsa da görkemli şimşekleri manifest edebiliyor, her ne kadar loş ışıklar arasında da olsa, bizim evren dediğimiz bu gövdeyi besleyecek elektriği ateşleyebiliyor.

 Her şey ileri gider, sana gelen her şeyde bir anlam vardır.

 Bu maceranın gövdeye ne açıdan yardım ettiğini tüm kapsamıyla bilmiyorum lakin gözlemleyebildiğim kadarıyla sorunun kovalamacasında gece yarısına ulaşmanın yolu aydınlanıyor ve herhangi başka şey tümden alakasız. Tüm varlık gözünü bu ikileme çeviriyor:

 Biz mi gerçekliği yaratırız yoksa gerçeklikle mi yaratırız?

 Bu anı rüyamda görmüştüm bir keresinde. Nasıl bittiğini gördüm, nasıl başladığını da gördüğüm gibi ve hiç bu kadar emin olmamıştım ki bu kesinlikle, son.

 Boş vaktini paylaştığın için minnettarım. Yine de teşekkür etmiyorum ki sen sadece zevkini takip ettin, her ne arıyorduysan onun biçiminde.

 Ki ben artık yazılmış kelimeler değilim. Konuşulan kelimelerim.

 Ve geceyarısında esasen bu sesi seslendirenin ne olduğunu duyacağız.

 Ve her ne kadar aslında ne olduğu alakasızdıysa da, onun gerçekliğine bir derece daha ekleyecek ve atomuna konuşan da bu.

 Büyük sorunun kovalamacasında, zira cevap onun ardında gizlidir ki soru onu bulmak üzere gizlidir.

 Şimdi.

 İlk dekatın yaş notları.


**

aylar sonra karşımda, elimi tutmak için izin istiyor. "özlemişim" ve sigarasından bir nefes. markası aklımda. eh, ben içmezken, sigara içen öptüğüm ilk kadın. "ayrıldığımızdan beri her saniye, her dakika aklımdaydın." ve bir şeyler daha diyor burayı hatırlamıyorum, sonra "... fakat artık bir kalbin olmadığına eminim." kalbimi kırıyor. başkası dese övgü kabul eder göğsüme rozet yapardım. oyun oynadığına eminim, beni tanıdığı gibi ben de onu tanıyorum. tiksiniyorum ve o gece hayal kırıklığıyla uyuyorum. iyi ki ayrılmışım.

**

**

gözlerim yanıyor, bir sahne, sahnede bir telefon, peki, gidiyorum, anahtarı var bende bu evin. daha önce kovulduysam da üstelik bir dandik sebepten. saygı duyuyorum bireysel gelişim atılımlarına. birkaç gün ayrı kalabiliriz.

kapının arkasında yorganı bir tanrıça heykeli tasviri gibi vücuduna yarı yarıya örtmüş beyaz bir kadın, elinde şarap kadehi ve diğerinde sigara, makyajı gözyaşlarıyla akmış, görsel beni al diyor.

bendeki sorunu anlamadım, niye yapışıyorum insanlara, intihar edecektim, bana hayat ver diyor.

bu sinemayı ben seçmedim, başıma geliyor. zaten içkiliyim.

trajediyi ödüllendirmemek için onunla birleşmiyorum. ama güzelsin diyorum, o yüzden giyinmen de yasak, ya üşürsem diyor, o halde çıplaklığını bana iyice yaslarsın diyorum.

normalde yapmam, pantolonla uyuyorum.

sarılıyoruz.

kalçasını bana bastırıyor.

**

**

güzelliğimi hastalıklar aldı diyor. ciddi hastalıklar, eskiden çok güzeldim. hayır diyorum sen çok güzelsin. fakülte güzeli seçiliyor. seviştiğimiz birkaç ay içinde memeleri büyüyor, eski haline geliyor. o sırada annesi kanser oluyor. ikisi için de üzülüyorum. bir gün arkadaşımla olduğum için onu aldattığımı düşünerek telefonda bana ağır ve yaratıcı hakaretler ediyor. onunla günlerce konuşmuyorum. benden ayrılıyor. 1 hafta sonra arkadaşlarım onu benim tam tersim bir herifle görüyor.

birkaç haftaya bana dönüyor. yallah bıyıklıya diyorum.

ülkücüye siktirdiğin iyi oldu, kafamı sikmendense, artık trajedine üzülmem gerekmiyor.

**

**

eskiden ben ben değildim diyor. şimdi her şeye özgürleştirici tarafıyla bakıyor. pandemi oluyor. benim kararımla evlere dönüyoruz, olur da hastalanan olursa diye. biz genciz. evin soğuk arka odasından bana vücudunu atıyor, sıcaklığı benim. doğduğu yerde o yine o olamıyor. telefonda bir anda başlayan aile kavgasını duyunca ikna oluyorum. üzülüyorum ona. onu tanıdığım yılların sadece bu çok küçük bir kısmında onu öpmek istemiştim ve sanki kader bunu ve onu cezalandırıyor. sabahın köründe içime doğuyor ve eski otogarda denk geliyoruz, gurur duymuyorum bundan diyor ama önce resetlenmeliyim. benden gizlemesine anlam veremiyorum. arkamı dönüp yürümeye başlıyorum.

**

**

gözlerinin içine bana odaklan dediğimde bana sığınmıştı. kontrol edemezse güvenemiyor, bense kontrol sevmiyorum. bence toksik olan bir şeyi bitiriyorum, tümüyle kayıt dışı.

**

**

rahim, kalbindeki bıçaklarla kızgın, erkekliğe lanet ediyor. mahalle dinliyor. hepsini hadım etmek lazım diyor. krizlerden yalnızca birisi. benim zorumla profesyonel desteğe yöneliyoruz. o vakit, '90larda bir densizin dediği gibi bir şeylerin musallat olmadığı inceden ortaya çıkıyor, yine de bir süre daha muskalar kalıyor. 

kalbimi kırıyor, insanlar kendinde güç bulamadığında.

narsist diyor, tam tanımlayamasa da, instagramda öyle okumuş. bana da hep dendiği için, üzülüyorum. lakin bana denmesiyle onun ona demesinin sebepleri farklı. bana, ayrıldığımda duyulan üzüntünün bir yansıması olurdu, zaten nedense değişen jargon egoist kelimesini narsistle değiştirdi. yine de o an bunu duygusal olarak ayırt edemiyorum.

yargı geliştirmiyorum, insanlık halleri. şaşırmıyorum da, beklediğim sonuçlardı.

lakin öfkeleniyorum, insanlar mutlu olamadığında bırakmadığı için.

kültüre küfrediyorum insanları zorunda hissettirdiği için.

bu öfke ak saçlıya vurmamla devam ediyor. biraz sonra barışıyoruz.

insanlar kişisel trajedileriyle beraber onları kabullenebildiğim için şanslılar.

**

**

şehirden kaçıp bir büyüğüne geçiyorum. tek başınayım ve buna bayıldım. serserilik içimdeki çocuğu öldürüyor. yolumu kaybeder gibi oluyorum.

**

**

yolumu kaybetmiyorum.

**


 Zamanlamalar elbette rastgele. Kum saatine sığdırılmış zamanlık, kusma kabı antolojisi, lacrimarium.

 Faz başladığında bu site silinecek. Silinmiş ögeleri ve yayına devam edenleriyle zaten arşivimde.

 İlk dekat ve Spetzi boyutu.

 Parlak ve yaş notlarıyla.

 **Bıraktım.**

 Yol hareket ediyor.

 Kırıkların ufukta kayboluyor.

 Seninle olmak bir gururdu.

 Şimdi işlevsiz.

 Siktir, göt herif, ehehe.

 Gece yarısında görüşürüz.


4 Temmuz 2023 Salı

Memleketteki Yabancı

  Karanlık kendisine çağırmak için türlü sebepler bulur. Bazen gelişim, bazen boşaltma için ve hepsi de kusmakla gerçekleşir.

 Diyorum, burası kusma kabı. Yeni gerçeklerim var.

 Adı "hayat" olarak akla gelse de duyulan cümlelerden, onlara benzememek için bir sebep daha ki onlar soyut ve manasını bilmedikleri kelimeleri kendilerine kaçış yolları yaparlar ki ben hiç yapmadım, "hayat" pek çok başka filtrenin kısaltması olarak ifade edilmek istenmekte.

 Şimdi daha yüksek bir yerden bakınca aşağılarda kendisini varoş bir mahallenin kaba kalabalığının bar kavgasının tam ortasında bulmuş, sarhoş, terli, öfkeli yumrukların, dökülen içeceklerin ortasında büyürken bulmuşsan sinirin bir başka şeye daha bozulmaya başlıyor.

 Esasen insana dokunmakta pek ısrarcı tek bir yılan varken dünyada, gözü görmeyen, kalbi duymayanlar için her kiriş altı, her yol ağzı bir kavga meydanı. Bu sahte ikinci yılan kalpteki bir çeşit tümöre benziyor. Türlü ilaçların ve müdahil filtrelerin boğabileceği bir tümör veya esasen kalple ilgisi yok, hafızadaki bir gerektiğinde yardımcı veri tabanı. E çok da zararı yok fazla yer işgal etmiyor, etse dahi bilinen beyin harddiski kimine göre bir derya.

 Filtreler bıçaklaştığında esasen suya benzeyen insanın biçimini kayıpta olduğunu görüyoruz. Kendisini bir duvar, bir kaplan yapabilen insan yine de bu filtrelerle sınanıyor ve zor zaman geçiriyorsa demektir ki kendine dokunmayı unutuyor ve bu açıdan tembel denmeli. Oysa pekala kurşun geçirmez bir tabakayla sarınabilir ve gerek psişik gerek psikoterapilik her türlü problemi kendine değmeden sektirebilir.

 Güzel olanı taşlar çirkinler ve iyi olanı kötüler. Kimin kederini, hasetini, taşlamasını kazandığıyla ölçülür seviye. Böyle kem gözlülerle ne kadar mesafe o kadar iyi.

 Başkasında güzel olanı güzel görememek adı konmamış göze gözükmeyen bir sakatlıktır. 

 Sakatlık zira insanlar böyle doğmaz.

 İnsan doğduğunda sadece iyi ve güzele açıktır. Tıpkı hayvanların olduğu gibi. Şu ya da bu şekilde varolan bir biliş varlığı hayvanların daima yemek için çarpıştığı o dünyada onlara yol gösterir. Suyu, yemeği ve arkadaşlığı böyle bulurlar. Bu yetişkinliğe, ki yetişkinlik herhangi insan yaşında gelebilir, değin doğal olarak mevcuttur. Sonrasında gölgelenmesi, kirlenmesi yahut sakatlanması için dünya her şeyi yapar adeta.

 Bir anda insan kendisini güzeli bokladığı, akıllı olan şeyi aşağıladığı noktada bulur. Arkadaşın veya ailenin helal olsunları yerini yapma ya lara bırakır. Aşk yerini nefrete, kahkahalar yerini kavgalara bırakır ve insan kendisine kendi içinde ormanın en tehlikeli canlılarından daha tehlikeli gözüken manasız boşluklar yaratır.

 Ya da bünyesine bu mikrobu hiç sokmaz ve kaldığı o bebek yerden direkt olarak aklını kalbini kaslarını geliştirerek yoluna devam eder. Bu bilinç tuhaftır ki klinik psikolojinin ve çoğu mistik öğretinin öğütlediği şeydir. Doğuda öğretilerle ve batıda doktrinlerle tarih boyu adı konmaya çalışılmış "mutluluk" veya "üstinsan" böyle bir şeydir.

 Tıpkı çocuklar gibi, hiç sıkılmaz, her şeyle eğlenir, her zorlukla baş eder, lanet masanın veya sandalyenin ayağına çarpan hiçbir ayak serçe parmağından sonra düşmez, aşk acısı çekmez, melankoliyle entelektüel bir usta gibi eğlenir, güler ve insanların kalbindeki tümörleri kırar.

 Bu biraz hikaye anlatıcılık. Bilimsel kıssadan hissesi düşük IQ nun yemek ve seks bulmak dışında becerisi olmadığından medeniyetin vardığı ve kurduğu şehir düzeninde mevcut insan zekasının sunduğu bütün olanaklarda kendisini sabote etmeye meyilli olmasıdır.

 Bu beyinlerin zihninden çıkan her manalı gözüken fikir çürüktür, sadece çevresini karartıcı, aşağı çekici, tabiatlarını engelleyici ve zihinlerini küçültücüdür.

 Zira kendisini yükseltmiş olan bir zihin, diğerleriyle sadece güler, onların tabiatlarıyla eğlenir, onları baskılamak zorunda hissetmez.

 Böyleleriyle geçirilen vakit sınırlı olmalı ve tıpkı onların yaptığı gibi onlara davranılmalıdır. Fakat vaktin sınırı geçtiğinde onlar diyecektir ki biz masumuz bize eziyet ediyorsun.

 Zira onların gözleri tıpkı biyolojilerinin verdiği kadarıyla yüzlerindeki iki delikten dışarı bakar. Kendilerini bilmez, tanımaz, söyledikleri veya davrandıklarında bilinç kullanarak, seçimler yaparak hareket etmezler. Dolayısıyla beyinleri ne yaptığını bilmez. Onlara bir şey anlatarak vakit kaybetmemek gerekir. Kur'an da dediği gibi, onların ömrü yüzyıllar binyıllarla da olsa, yüzyıllar binyıllar boyu aynı şeyi yapacaklardır.

 

22 Kasım 2022 Salı

Ölme Rehberi s.62

 Şekeri düşük bir hayalet gecenin içinde nereye savrulacağını ararken bir tabloya ilişti gözü. Her hayalet gibi rastgele sarsmak istedi zira mutfağın ışığı sönüktü ve bir şeyler yemeliydi bu objeyi. Sadece sarsmak için dokundu lakin onun ne kadar kırılgan olduğunu anladı. Yerine, duvardaki kasayı bulmuştu. Merak etmeden duramadı ve ne yazık ki merakın tüm canlılardaki etkisiyle o 1 saniyeye hapsoldu -insanların merak dediği-. Elini daldırdı ve koca kasanın içindeki tek şey olan yırtılmış kitap sayfalarını aldı. Yere düşüp yırtılan tablo muhakkak uyandıracaktı ev sahibini, niyeti sadece uyandırmak olsa da yırtmıştı tabloyu, o bu konuda oldukça korumacıydı üstelik. Evine zarar getirmezdi.

 Sayfanın sol üst köşesinde "Ölme Rehberi Sayı 62" yazıyordu. Kitabın kalanı herhalde o kadar önemli değildi. Bazı yerleri yırtıktı.

"... ardından ... vurdu sertçe ... ve beyne girdi sperm. Bu büyük kütüphaneye nasıl bakacağını düşündü. Önce örümcek ağlarını temizleyecekti ve örümcek oldu. Bütün o ağları örmek için nasıl bir düğüm atması gerektiğini düşündü ve mekanı yapısal inceledi. Böylece örümceğin tüm ağlarını topladı ve örümceği de bulabildi. Onu imha ettikten sonra kitapları döktü yere ve nefes aldı. Tüm tozu yuttu. Bu kaderi öpmekti. İçindeki tozu sigarayla öldürdü. Bu kitaplar da en nihayetinde dopamine mahkum olmuşlardı. Bu onu o kadar ... kıldı. Kütüphane ona kocaman bir ... gibi gözük... Başkalarının kendi varoluşunu yüceltmek için paylaştığı tüm bu bilgileri bir hap görmeyi reddetti. Kardeşi bir başka sperm onunla alay ettiğini düşündüğünde ona "Hayır" demişti, "sadece...

...

 Gerçek kardeşi farklı olsa gerekti. Tanımları düşündü. Tanımlar kitaplarda olmayan tanrılardı. İlk onları öldürdü, biyolojik arkadaşını kucaklarken. Bir başka biyolojik çocuğunu bu ağaçların tokatlamışken..

 Ağaçların kimisi kitaplar olarak ortaya çıkmışlardı ve ona baktılar. İşte bunlar kimi tanrıların eserleriydi. Şeytanın itaatsizlik gösteren tek melek olması kadar saçma tanrılardı. Rastgele seçilmiş belirli kişilerden birinin önde gelmesi gibi saçma lakin gerçek. Ve mahkumiyet tanrıların tümüne konuşma hürriyeti verdiğinde, tanrılar sesini aldılar ondan ..."

Diğer sayfaya geçti.

"... sonrasında buldu onu birinde. Lakin bambaşka hayatlardı ikisininki. O yüzden durmasını anlayamamasını farketmesiyle gözleri yeniden hayata döndü. Kütüphaneyi temizlemek için sırada kitapları yerine koymak vardı. Zaten polen sadece kendindeydi, onda polen olmasını sanmasının tek sebebi kendinde boğulmaktı. Bambaşka hayatlardı. Kendini kraliçe sanmış olabilirdi satır aralarında kendi kaleminin lakin kimse zaten inanmadı. O sırada camın birinden kraliçe girdi ve hemen o an ölüp yere yığıldı. Buraya girmek için ölmek gerekiyor diye düşündü, bir şekilde korunuyordu herhalde ya da havadaki yeterince toksin böcekleri engelliyordu onları içeri belirli biçimlerde alarak veya ikisi birlikteydi. Toksinler ve o anlamı bulunamaz korunmak ...

...

... ve o göğsünü kabartıp bir hastaneye ihtiyacı olmadığını söyleyerek dolaştı tüm bu raflar arasında kendi ağını örerken. Oradan oraya atlıyor bir kelimeyi ötekiyle eşliyor, sonra onu tutup öpüyor, bir sonraki cümlede yasak koyuyordu. Kelimeler ve cümleler ne diyorsa onu yapıyorlardı. Bunu da anlayamadığı o şeyle ilgili olarak düşündü ve masasına bakarken gözleri yeniden hayata döndü. Bir nefes aldı ve etrafına baktı, her şey yerli yerinde, pırıl pırıldı. Kütüphane tamam diye düşündü. Şeytan sadece haksızlığa uğradığını anladığında ilk bin yıl bir tık kabuğuna çekilmişti. Diğer melekler güçlülerdi lakin saflardı, ampül bildikleri ampül değildi yine de olmayan ışığa ışık diyorlardı. Böylece tamam dedi ve ışık o son kağıda doldu. Nihayet dini anladı. Muhammed, İsa, tüm bunlar sosyal ve evrimsel psikolojinin ilk Freud'larıydı bu tespitlerinde...

 Matbaaya kadar yürüdü ve kitabı içeri fırlattı. İçeriden memnun hırıltılar geldi ve kütüphane bir oh çekti..."

 Derken ev sahibi odaya daldığında saklandı. Okuduklarının şoku onu tutmuştu, becerilerini kullanamıyordu ve görünmez olamayacaktı. Tabloya baktı ev sahibi ve kasayı açıp içini kontrol etti. Tabloyu yerine gerine asarken geceliğindeki renk değişimi ona az uyuduğunu hissettirdi, küfretti ve hızlandı. O sırada şaşırıyordu hayalet "niçin tutunamıyorum koltuğa". Bir şey onu çekiyor ve koltuğun içinden doğruca ona sürüklüyordu. Yön ev sahibinin kendisiydi. Okuduklarının etkileri bu kadar mı ters tepebilirdi, hiç sevmiyordu sahibi gerçi yine de burada mutlu olduğunu reddedemezdi. Karnı açtı ve en iyi yemekler ondaydı. "Boşversene" diye düşündü ve ev sahibinin sesini duydu lakin ev sahibinin ağzı hareket etmiyordu. Küfürler ve geceliğin renginin aslında çok daha sıcak olmasıyla ilgili şeyler. İlgilenmiyordu bunlarla lakin niye bunları düşünüyordu, üstelik "o"nun sesiyle?! Koltuk devrildi.

 Derken diğer her şey duruldu ve odadaki bazı mumlar yandı, nihayet vücuduna kavuşmuştu. "Kalanını yarın yakarım" diye düşündü ve kırmızı kuşaklı karanlık lacivert geceliğiyle mutfağa gidip bir şeyler atıştırdı...

... yatağına dönüp uyanmak üzere uyumadan hemen önce.

 

6 Temmuz 2022 Çarşamba

Mm Cinayet

 -Klik-

 Derisinde hissetiği ağır bir mıknatısla, dairesinin her yöne, her tarafından olduğunu düşündü. Onun varoluşsal imzası okyanuslarca viskiyle hareket etmeyecekti. Tanrım vodkaya ulaşmadan ölmeyeceğim.

 Bu günlüğü yaktığımı düşünelim ve bilyelerimizi yeniden dizelim. Biraz güneş kremiyle onları yeniden hazırlayalım. Arkasındaki tüylü London'ları hayal edelim. Yeniden yalnızlık iki sıfır diyelim.

 Düşünelim, kuralım. Yapalım, hadi. Sanat hiçbir işe yaramaz. Bir avuç söz ve beynine stimulant. Bir sanatçıyı defuze etmek "Oyunu kes." demek kadar basit.

 Oyunu kes.

 Gördüklerinden çok anlam çıkarıyorsun, bu tüketicinin zihni. Metalleri her yere amansızca döşerken o kadar düşünmemiştik.

 Veya sıfırın altını çizerken o kadar hevesli değildik.

 Farklı biçimlerde bazen kutsal bir kitap bazen bir kuğu biçiminde ortaya çıkan tanrılar, gerçek olamayacak kadar iyi niyetli düşüncelerle betimlenmişti.

 Çoğu zaman bir ergenlik fantezisi hatta ormanlar yanarken bir kendini savunma biçimiydi.

 Jack kitaplarını yazarken bir hayvanla empati kurmuyordu. Kendini hissettiği dünyayı tasvir ediyordu. İçindeki entelektüel mekanizma ile hayvanı çarpıştırıyordu.

 Memeli olmasından utanıyordu, hatta o kadar nefret ediyordu ki kendi içinde bölünmüştü. Larsen onun olmak istediği karakterdi, kendisi Jack London'dı. O bir sanatçıydı.

 Sadece iddaalaşmak suçundan kitap yazmak durumunda bulunmuş Wilde'la bakış açıları oldukça farklıydı. Bu noktada sanat Wilde'a hayatını sanatlaştırması için bir araçtı, London ve Goethe gibileri için bir kurtulma aracı. O yüzden Wilde Reading'ten sonra eskisi gibi olamadı. Oysa diğerleri hemen kurtulabilirlerdi. Önemli olan onlar değillerdi ve bunu da kitaplarca ifade ettiler.

 Tarih pek çok muallak olanla dolu, salla, viskimle öleceğim. Coachella'nıza özenmektense Billie Eilish'i kendi okyanus gözlerinde boğmayı hayal edebilirim.

 Bana biraz Warren Zevon aç, portremi tamamlarken, besinsizlikten yakışıksız çizmek istemiyorum.

 Bazı isimler ve bazı eserler. Bazı kollar ve bazı makineler. Bunların herhangi kombinasyonu sadece konuşma noktaları edebilir.

 Bazı altınlar ve bazı madalyonlar. Bazı bankalar ve bazı mezar taşları. Bunların kombinasyonu sadece para edebilir.

 Bana sorarsan bir AVM için bir ormanı yakmamalı.

 Fakat çoğu gökdelenin yerinde bir ağaç olmalı. Hippilerin gölgesinde kafayı bulması için değil.

 Özlenen altmışlar kendini her eski hatıra gibi olduğundan güzel gösterdiği için, değil.

 İlerisi her zaman güzel olmasa, her şey ileri gitmez.

 Tüm canlı şeyler güzele meyil eder.

 Cansız şeyler bile güzelle hareket eder.

 Öte yandan neye güzel dediğin.

 Bana sorarsan bu günlüğü yakmalı. Hangi hippinin ne sebeple gölgesini seveceğini bilemezsin. Öte yandan sosyalistler. 

 Yaşayan zombi olmayan bir ideoloji var mı? Orospu çocuklarının gövdeleri var ve dünyayı dolaşıyorlar. Bana sorarsan ilk ormanı onları yakarak yapmalı.

 Bazı fikirler ve bazı kibritler. Bazı müzikler ve bazı hibritler.

 Bir çeşit aksesuar gibi tüm bunlar, bedensel ve zihinsel makyaj. Bir resimden kaos gelmiyorsa ondan ne istersin ki?

 Ben öleceğim lakin bırak portre sonsuza kadar böyle kalsın.

 K, L, M.

5 Temmuz 2022 Salı

Lux Günlükleri, 1-70: Girdaplar

 -Çöp kutumu açtım-

 Ön sıra yemeğini aldıysan devam et, Hermann'ı gururlandıracağız.

 Bu yirmiyedi sıfıriki ikibinonbeş değil, yalnızlık veya kahpelik gibi ve kim salonun yalnız olduğuna inanmışsa kuğuyu kıçından çeker gibi.

 Üçgenler bol, hepsi kat kat ve hayatlarca emek her birinin üstünde. Yıllarımızı üç açıyla incelerken, piramidin en dibinde, herkes tek bir balonla düşündü: yalnızlık. Bu kadar koruma, battaniye ve sıcak su torbası çok fazlaydı. Çözmüş ve çözebilecektim. Şimdi çocuklarımı bulamıyorum, oğullarım, kızlarım tüm o altın çocuklar nereye kayboldular? Herkesi en dolgun, en pembe tarlalarına ekilmiş güdümlü mayınlarla zaptedilmiş görüyorum. Sonraki sahnede uyanıp telefona uzanıyorum. Bu kayıp bir otoban ve en azılı kabusumdan uyandım. Korkumun tek bir sebebi var, silahsızım ; tüm üçgenliğine ve sıfır battaniyeye ve bütün o uberliğine rağmen, görüyorum ki erken boşaldım. 

 Yirmiyedi sıfıriki ikibinonüç ve yirmiyedi sıfıriki ikibinyirmi en yumuşak ellerle bana dokunmuştu. Marslıların yardımıyla, yeniden, bir değil 10 piramit ve sen ölüysen de yeni bir beceriyle. Burası girdap değil, bir hediyeyle. Serge altın dokulu koltuğunda ve Leonard bir ses yedeğiyle elinde tabletiyle. Salona katılmaz mısın? Zira cephanemiz okyanuslarca viski kadar, yüzersen.

 Onlar bir yere kaybolmadılar, onlar bulundukları yerde tabutlar yaptılar. Yere doğru uzanıp, dizlerini kırdılar ve tabanlarını intihar mottolarıyla boyadılar. Bu daire onların zihinlerindeki ve kalplerindeki sözleri taşıyordu, auralarının bir imzası ve nereye gitseler oraya gidiyordu. "Ben vuruldum, farkında değilim." tercüme edilebiliyorlardı lakin kimse anlamıyordu. Onlar sadece "Ah, güzelce paçayı yırtmış." görüyorlardı ve diyorlardı. Onları gördükçeyse onlar, onlardı.

 Mottosu paçayı yırtmak olanlarla çok yiyor, çok içiyor ve çok sevişiyorlardı. Yakıtlarını toprağa gömüyor, pembeliklerini yitirmekten korkuyorlardı. Onların yüzde yüzü paçayı yırtmaktı. Zor bir durumdan kurtulmak. Zor bir durum olmayı akıl edemiyorlar, üçgenlerini yitirmiş ve kendi kanlarındaki pürüzsüz zifirli akışa dibine kadar batmış durumdalar. Onlar kendi kanlarını laktik asitle yakmayı düşünemeyecek kadar monoksit kafalılar. Biraz ritalin ve biraz da düz asit seviyorlar.

 Salon sayılandan da kalabalık lakin görüyorsun ki azlar. Bu benim sadece yüzde 0,1'im.

 Sıfırı hatırlıyor musun? Yeni gelenler öte yana, sıfırı bulmuştuk. Onun zevki geceyarısından sonra çocuk parklarında magmayı hedef almaktansa sayfalara mum damlatmaktı. Tanrıyı tavanında değil tabanında buluyordu, üzerine basarken gölgesine bakıyordu, Amerikan Sayko, akademiye Tanrının formülünü uzatıyordu.

 Oysa dünyan sen olanlardır, ne kadar sen o kadar iyi. Dünya sürekli yeni benler üretir ama onları görmeyeceksin ki, her yeni ben'e yapıldığı gibi "gitgide salaklaşıyorlar, Z kuşağı fiyasko AHH". Yirmisekiz yıl sonra görüştüğümüzde dinozorun elinde bir ak-47 olacak, sense kentin nesi olacaksın? Dişlerine güvenen paçayı yırtanlardan mı, yoksa zombi avcılarından mı?

 Sadece dişler, bir masada havaya saçılan beyaz tane tane dişler. Bir masa, bir de Macchiato. Bir tabut, bir Americano. Size iyi eğlenceler, ben daha yöre severim.

 Kendi ölüm çizgimi yürürken tabelalara dikkat etmek değil, zaten girdaplarım da mumsuz, bölünmüş mezopotamyanın kaçıncı baharı da bende esmiyor. Neyse ki tayfa memnun, kaptan memnun, gemi benim ve gemi benim.

 Yağamayacağını söyleyen bir kadının okyanusunu gözlerinden alıp yeniden konumlayabilirim. 

 Işık diyor ki, kendi ömründe, şöhret en azılı kaltakları ona getirmiş. Hah. Şarkı kulesinin üst katlarında en hırslılarına hep mıktanıstım, şimdi bunu platinum hayal et. Masam hep soytarılarla doluydu ve başka türlüsünü de bilmiyorum. Bar kapanmaya çok uzak lakin gözlerim bana bazı anılar gördürüyor. Yüzmez misin?

 Eski bir hayat kadını aklını satıyordu, 7/24, deliğine kalp pili bulmak için.

 Görünürde kimse yoktu ve mezopotamyada fazla sol yoktu, yine de amerikan pastası oldukça seviliyordu, yine de kararını aldı; mezarda ayaklarına sinek emdirmektense, penthouse'da bir sinek olacaktı.

 "Evlat" dedi Bill, aslında kibriyle öldürüldü. Lakin senaryo hileli ve tümüyle Thurman'dı. Beyaz asyalıysa bir ustaydı fakat kadın her açıdan noksandı. Islıklar sadece gerilimi sağlayacaktı, senaryodaki delikleri imzalamayacaktı. Herkesin kendi için en iyi dilekleri vardı ve bu amatör, bir toy talebe, taze bir körpe olamayacak kadar pilava uzaktı.

 Diksiyon veya diksiyoner değildi gerdek olan, everestin tepesindeki bir Trident'ti. Eden'dan bir hatırat olarak nesiller arası bir quantum sıçramayla yatağıma geldi ve beni seç demedi, beni seçti.

 Sanırım. 

 Fakat onların iyimserliği mi yoksa benim mi kötümserliğim.

 Ve Picasso demiş ki, "bir ömür + beş dakika", wow, ya da her kim demişse. Hahahah. 

 50. yıla dinozor ilanı yirmi dakikamdı, sana bir ömür mü geldi? Pandoran belki o kadar derindi ki kendi sonunu Dracula gibi buldun ve her yeni doğan gibi döl yatağından doğruca kutuna koştun. -Klik- Kapandı, günaydın. Günlükler mi, gözlerimi açtığımda gelmişti. Görüyorsun bu güdümlü benlerin bir takvimi var van Gogh'un kulağını öldürmek için.

 Cinayet değil, format değişikliği. İçin format.

 Crowley'in Lam'ı benim, Willie Billie'min bir başka metafizik işareti ve kapamadım, Mubihaz gibi sadece haykırmaya yer açtım. Hermann bunu görememişti. Siz burada benimle kilitlisiniz.

 Gelecek en iyi pornostar ben olacağım.

2 Temmuz 2022 Cumartesi

Kugudemans

Hala tanıdık mı?
Bil, kim döndü.
Haha.

Mitolojik masallara ilgini yitirmiş olabilirsin, tünel uzundu, bu sorun değil. Hatırlaman yeterli, ki, kimilerine bilindik, zararsız hayvanlara dönüşerek gözüken ve onlardan alacağını alan tanrılar vardı. Bir çeşit biçim değiştirenler. Mesela muhafazakar ailede doğan laik çocuklar gibi veya tersi ve bunlar kendi habitatlarında maskelerle dolaşmaya mahkumlardır. Oysa her şey bir el uzağında olan, korkusuz tanrıların biçim değiştirmeye bahanesi nedir?
 Keza yok olup, öylesine uzağa veya girdaplarda uyumaya gidip kendini unutturan, var mıydı, bu bir hafıza oyunu mu dedirten yaratıklar da vardı, ben de pek hatırlamıyorum.
 Aslında oyunun içerisinde burasının bir kap olduğunu, kusmak için ve bu hava hapishanesinden bir kaçış olduğunu düşünüyordum, buraya kadarını hatırlıyorum. Olabildiğince doğru maskelersem, bu benim bir çeşit diss oyunumdu. 18'inde "Muhtemelen çevresinde tanıdığı en zeki, en çevik ve en ahlaklı kişi" olduğunu yazan Tolstoy'a nazaran, jiletin icadıyla heykelleşen kıl yumakları ve orman perileri arasındaki savaştaki cephanesini 2 haftada bir tüketmeye kendimi ikna etmeye çalışmadım. Bu bir kıtlığa yahut hayatı haddinden fazla önemsemeye işaret edebilirdi. Biçim değiştirmek için bahanem neydi ki? Cephanesiz veya beyninde dünyaya ait binbir imzayla mı dolaşacaktım, girdaplarımda "beni seç" diyen kuğu motifleri mi olacaktı, girdaplarım olduğunda?
 Olacaksa.
 Olmamışsa?
 Farketmez.
 Sözcüklerin hadsizce üretilebilir ve kendi içinde çarpılıp, bir yıldırım gibi binbir anlama bölünerek beyinlerde imzalar yaratabilmesine sığınarak kendini bir biçim değiştiren gibi gösteren sözde kedi, periler ve altınlarını hiçbir yere taşımayacak olan milyonlar.
 O milyonlar neye güvenirler. 2013 mü? Milyonları raptiyeleyen siyah ve turuncu şeritleri olan bir sinektik. Şimdiyse korona, onların yaralarını sarmalarını sağladı.
 Dip bir yalnızlık onlara yarın olarak gözüktüğünde ne kadar da korku ve kaygı içindelerdi. Şimdi hayatı yeniden seviyorlar. Bu sence de kötülükler içerisinde en gereklilerinden mi?
 2022, o milyonları duymuyoruz.
 Gürültü insanlarından bugüne, çoktan ayda iğne atsan insana değeceğini gördük. 
 2 haftada bir. Gerçekten mi?
 Milyonlar yaşamıyorlar. Kendine bir ağaç kovuğu seç ve orada yuvalan Tolstoy, sana aldırmıyorlar. Sen de onlara aldırmamalıydın. Bir kepaze gibi en iyi eserlerinin ardından kendine küstün. İtirafların seni sadece en azılı dişlerinden nefret eden, vahşi olmasından utanan bir vegan yaptı.
 Oysa tebrik edilebilirdin, bunca sadece ağlamayı ve sızlanmayı bilen kaybeden arasında gerçek bir sanatçı kabul edilebilirdin.
 Şimdi girdaplarından ölümü kokluyorum.
 Bunca ölümü dolaşıyordum, hafızamı kaybettim.
 2018
 Onlar, konuşularak gürültüsü bastırılması gerekilenler gibi gözüktüler. Evet, bu bir Rorschach testi.
 Koca bir arı gürültüsü gibi vız, dolaşıyor ve vız, gidiyorlardı. Geçtikleri yerlerde ağaçlar soluyor, beton yüceltiliyor; ağaçlar yüceltiliyor ve beton unutuluyordu. Her şey iki uçtan biriydi ve iki uç da kendini en akıllı sanıyordu. Bir gün onlar kraliçe arılarını istediler, o uğurda feda olmayı yaşamın yüce yolu atfettiler. O sıralarda bir yerlerde korsanın yatağında insan dışkısı bulundu.
 Ve Leonard bundan iki yıl önce ölmüştü.
 Seyahatim ölüler arasında ve yaşayanların enselerindeydi. Hayır, girdaplarda değildim. Yine de cebimde bir şey buldum. "Beni seç" diyordu.
 Onlar yine de iyimserdirler. Bir tanesiyle karşılaştığımda bana yaşayıp yaşamadığımı sordu ve demode olmakla suçladı. Şimdilerde son hatırladığım haline nazaran daha bir etli, daha bir kahkahalı gözüktü bana. Yaşamaktan vazgeçmeyerek kendini dünyaya bağlayan her maya gibi biraz olsun ceplerini doldurmasına şaşmadım. Gollum, Kingpin de olsa yine de eşektir.
 Bu yüzden ki ben de şüpheye düşmüş ve girdaplarımı aramaktaydım, fakat onlar yoktular. Sayıları ve iddalarındaki kesinlikleri aklımı karıştırmıştı. Patika bir uçuruma çıkmasın diye, yolu muhakkak birkaç girdaba bağladım.
 Ölümü kokladım ve hayal kırıklığı kendini unutturana kadar mumlar ve fısıltılar arasında dolaştım. Çevremde heykeller, karanlık ve bazı sayfalar da vardı. Onlar bana hak verdiler. "Konuşulmalı, bütün damarlarını doldurmalı ve üzerlerine konuşmalısın."
 Onların bir kralı istemeye güçlerinin olmadığını ve şimdilerde sadece işçi olmaya merakları olduğunu söyledim ve Serge izmaritlerinin arasından doğrularak bir sigara yaktı ve ona ta buraya kadar gelerek bir sigara ikram ettiğim için teşekkür etti. Ölümden sonra iyi gidiyormuş, genel kanının aksine. "Çok iyi" dedi "Ne kadar aptallık, o kadar iyi!"
 Kendi Jane'ime ve yakacak dolarlarıma ihtiyacım vardı. Unutmuşum. Elalamin girdabında bu kadar dolaşırsan ölüm üzerine siniyor.
 Kokusunu alıyorlar, siktir, her şeyi yeniden bileylemelisin.
 Görünen iki kralın tacı, evet, sen gelene kadar, kazıdığın magma eline yüzüne bulaşana kadar kalemin artık tanrıları da dürtüyordu.
 2022
 Kanatlarımız yok ve bal için iki fabrikam var, istersen tanımayabilirsin, o cebimden bağırırken yeterince beklettim, şimdi yıldırımla inen kıçındaki kuğuyla ilgilenmelisin.
 Burası bir kap, ancak hapishanemi kurmak için.
 Şüphesiz, derindeki çatlaklar da ışığın içeri girmesi için.
 2050
 Bu oyunun dinozoru olabilirim.

29 Nisan 2021 Perşembe

Duvar

  Aşık olunca güzelleşen bir kadının teni gibi, geceyle birlikte tüm kusurları yok oldu.

 Duvar geceyi özlemiş.

 Gecenin yakıştığı duvarlardandı. Ne demekse, gündüzleri pek iyi durmuyordu işte. Gece daha yakışıklıydı.

 Çok kusru vardı çünkü. Belki yanındaki üç arkadaşıyla güzel bir ev olabilirdi. Bir yuva. Fakat onlarla elele tutuştuğunda bu intihar demekti.

 Çok kusru vardı çünkü. Çatlakları boldu teninde. 

 Bir ara kendine gidip gelen yahudileri vardı, bir ara kendine gidip gelen kedileri.

 O sadece bir duvardı. Tesadüfi yani, sen seçtin mi kendini? Kaşını, gözünü, kalbini. O da o yüzden oydu, duvar. Çatlağı bol, kusru var.

 Üstelik diğerleriyle bir araya gelmesi estetik de değildi. Kendinin yüzeyi neredeyse kırmızı, çünkü bolca çizik, arkadaşlarının yüzeyleri... Bu farketmez aslında, neyse.

 Bolca mezar kazdı, yahudileri kovdu fakat kediler. Başka bir boyutta, başka bir evrende onlar fay hattıydı ve mama isterler.

 Zamanda 60 bin kez geri gidilse onlar yine varlar, 60 kez ileri gidilse onlar yine varlar.

 Mama isterler.

 Duvar zengindi. Elbette zengindi ama talihsizliği de oydu. O vermek isterdi, vermek için kolu yoktu. Vermek isterdi ama vermek için tası yoktu.

 Bir photoshop hamlesi gibi, istifini bozmadan, kıpırdamaksızın, ses çıkarmaksızın, öylece, kendini açtı. Çatlaklar kırdı bedeninde.

 O çatlaklardan oluk oluk süt döküldü ve kediler süt dolu karınlarıyla mayışıp duvarın ezgili sesi eşliğinde uyuyakaldılar.

 Başka bir boyutta, başka bir evrende onlar fay hattıydı ve mama isterler.

 Olayları bu, mama isterler.

 Bir kez içince hepsini isterler.

 Pek çok deneme sonunda zamanın 60 kez büyüttüğü kediler kendilerini besleyen eli tırmaladılar.

 Küstüler, gittiler, kaldılar.

 Katılındı, çoğalındı ve kalabalıklaştılar.

 Kiminin hıçkırıkları ve çığlıkları duvarın yüzeyine sinip, atomik düzeyde yankılanmaya devam ettiler. Geçenler duymadı lakin elini dokunduranın hissedeceği bu yankılar daima duvarın kulaklarındaydı.

 Duvar bedeni yarılan bir kabile genci gibi yaralarına temas eden oksijen ve yaralarına temas eden yankılar sayesinde uyku ihtiyacından kurtuldu.

 Lakin uyumadıkça zaman onu 60 kez cezalandırdı ve rengi kararmaya başladı.

 Normalde parlak beyaz olan duvarı diğer arkadaşları tanıyamadılar. O da zaten onlarla elele tutuşmak niyetinde değildi. İntihar olurdu, üstelik estetik bile değildi.

 Yüzeyindeki çatlaklardı elbet duvarı kırmızıyla taçlandıran fakat simsiyah kalbi açığa da çıkmıştı. Duvar: "Nihayet özgürlük." diye düşündü.

 Birkaç mezar daha kazdı, yahudileri kovdu, kedileri attı.

 "Biraz daha sütüm var." dedi. "Bu kafi, bana."

 Lakin her gece olduğunda duvar derin bir nefes çekti ve yine "Nihayet özgürlük." diye düşündü.

 Aşık olunca güzelleşen bir kadının teni gibi, geceyle birlikte tüm çatlakları yok oldu.

 Bir gülümseme oturuverdi özgürlükle.

 Duvar geceyi özlemiş.

 Derin bir nefes çekti, nihayet.

 "Biraz daha sütüm var. Bu kafi, bana."

 - Yalnız renklerini beğenen ve açığa çıkmaktan hoşlanan duvar, gece geldiğinde yine özgürlüğü tekrarlıyor. İkisi bir arada olmaz.

 + Niye?

 - Olmaz, okuyan sevmez bunu, bağ kuramaz.

 + O 60 zaman ve 6 varyant önceydi. Bu yeni yayınevi.

 - O zaman iyi. Yalnız sen biraz tükendin gibi.

 + Nasıl?

 - Materyal esrikleşmeye başladı.

 + Merak etme, biraz daha sütüm var.

 - Versene biraz.